Bu tepki çeken başlıktaki söz nedeniyle okuyanlar irkildi, benim sözüm zannedip kınadılar. Oysa bu söz Allah’ındır.
“Sizden oraya (cehenneme) varmayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür.” (Kuran 19.71)
“Andolsun ki biz, cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık…” (7.179)
Cehennem’den esenlik içinde kurtulacak insan oranı Hz. Muhammed’in sözüne göre, siyah bir öküz üzerindeki tek beyaz kıl kadardır. Yani 7 milyarda 700 kişi cennetlik belki ya vardır ya yoktur günümüzde. Çünkü ayet şöyle der; “İşte Allah’a yakın olanlar, bunlardır. Çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden” (Vakia 11-15). Şimdi bu durumun nasıl bu hale geldiğini insanların neredeyse tümünün nasıl kafir olduğunu bizzat göreceksiniz. Hz Muhammed’in as.’ın “Bir zaman gelecek, insanlar camileri doldurur, içlerinde tek mümin yoktur.” anlamındaki hadisinin rivayetine, Hakim en-Nisaburi, “Senedi sahih” demiştir.
Son kutsal kitap Kuran’a inanmayan, araştırmadığı ve kesin delillere sahip olmadığı halde Hz. Muhammed’e (as.), Kuran’a, onu ve mucizelerini indiren Allah’a “yalancı” diyen herkesin zalimliğinden ötürü küfre düştüğü ve ebedi cehennemlik olduğu açıktır. Kuran’ın bir ayetini bile inkar kişiyi “kafir” ve “ebedi cehennemlik” tanımının içine sokar. Peki Kuran’a ve vicdana göre kişiyi kafir ve ebedi cehennemlik yapan eylemler nedir? Tüm insanlık neredeyse istisnasız nasıl bunu yapmış? Birlikte analiz edelim ve korkuyla titreyelim. İnsanları uyaralım. Çünkü incelediğimizde görüyoruz ki; şu an yeryüzünde cennete girebilecek insan sayısı belki 40 kişi yoktur. Nasıl mı?
KURAN’A İMAN ETMEK FARZ, (OKUMADIĞI HALDE) İNANMADIĞI HALDE “İNANDIM” DEMEK KAFİRLİKTİR!
Soruyorum size, insanın baştan sona dikkatli ve analiz ederek okumadığı bir metne “inandım” diyebilmesi mümkün müdür? Bilmiyor ki içindekileri inansın. Bir örnekle “müslümanım” diyen insanların bile %99’unun nasıl küfre düştüğünü anlatayım. Mesela şehrinizdeki kütüphanede “RABBİN SON SIRRI” isimli bir kitap olsa. Size sorsalar “bu kitaba iman ettin mi? Yani inanıyor musun?” diye. Siz de “evet” deseniz. Herkes güler. Çünkü insanların çoğu bu kitabı hiç okumamış yada bir kaç sayfasını ancak aktarabilecek konumdadır. Ya da sağdan soldan duyduğu bir kaç cümle vardır kitaptan. Ama aslında kitaba değil tv’de denk geldiği insanlara iman etmiştir; kitabın kendisine değil.
İnsanları yoldan çevirip Kuran’daki ayetlerden bazılarını okuyun ve bunlar “Satanistlerin kitabında yazıyor” deyin. Kuran’da ne yazdığını bilmedikleri için hemen “Aaa… bu nasıl kötü zalim bir kitapmış” derler. Onlar ne okumuş ne de anlamıştır Kuran’ı. Ama okumadıkları, bilmedikleri cümlelere “inandım” derler. Onlar sadece Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar. Peki bunu neden yapıyorlar? Sadece kendilerini güvende tutmak ve vicdanlarını rahatlatmak için.
Zaten Kuran’ın umurlarında bile olmadığı açık değil midir? Bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis yada hatta bir işçi olmak için bile çocukluk yıllarından başlayarak yüzlerce sınavdan geçiriliyor insanlar. Ve bu sırada yüzlerce kitabı okumak hatta ezberlemek zorunda kalıyorlar. Pahalı dershanelere ve özel öğretmenlere gidiyor, kitabı anlamak için arkadaşlarından ve akrabalarından yardım dileniyor, hatta sabahlara kadar çalışıyorlar. Ne için? “Biraz daha çok maaş almak yada “az daha iyi bir not ile geçebildim” diyebilmek için. Peki bu sahtekar ve münafıklar ordusu, Allah’ın inanmayı ve okumayı farz kıldığı, “her gün mutlaka okuyun” dediği, “inanmayan onu yaşamayan, ondaki kanunlara aykırı hareket eden ebedi olarak işkence görür, uyan da ebedi cennet hayatı yaşar” dediği, Kuran’ı baştan sona bu şekilde sora sora, düşüne düşüne, araya araya kim okuyor? Cami hocaları bile Kuran’ın Türkçesini bir kez baştan sona ya okumamış yada okumuş unutmuş. Bir ayet soruyorsun “bu Kuran’da var mı?” diyor.
Bu durumda Kuran’a “yalan” diyen dünyanın %70’i, ve “Kuran harika ve hepsine inandım” diyen ama çok az okumuş olan geriye kalanların %99’u, küffar sınıfında yer almış oluyor. Zaten eylemleri ve Kuran’ı okumaya önem vermeyişleri ile cennet ve cehenneme inanmadıklarını da ispat etmiş bulunmaktalar. Polisten korkan istese bile suç işlemez değil mi? Ama Allah’ın yasaklarını her gün binlerce kez çiğneyenler, Allah’tan, polisten yada bir kaç kişinin kınamasından korktuğu kadar korkmamaktadırlar.
Zaten İslam ülkesinde doğanların neredeyse tamamının Müslüman olması, batıda doğanların hemen hepsinin Hristiyan olması insanların din seçmediğini, sadece gelenek olarak çevresine uyuverdiğini kanıtlamaktadır. Gelenekle başlayan sahiplenme ve çevre baskısından kaçış, düşünmenin ve araştırmanın zorluğu insanları içlerinde bulunduğu toplumun dinine bağlamaktadır. Aslında insanlar doğruyu değil, rahatı ve huzuru ararlar; yanlış ve zalimce olsa bile.
KURAN’IN “TASDİK ETTİM” DEDİĞİ TEVRAT VE İNCİL’E İMAN FARZ İSE; ONLARI DA OKUMADAN “İNANDIM” DEMEK ALAY ETMEK DEĞİL MİDİR?
Bir kişi gelse, size dese ki; “bu yeni gördüğün kitaplara iman et, içinde yazan her şeye inan!” Sen de “tamam inanırım” desen ve onları alıp atsan, o kişiye hakaret değil midir? Allah Kuran’da pek çok yerde defalarca evvelki kitapları tasdik ettiğini bildirmiştir. İman ile mükellefiz. Ama okumadan “iman ettim” demek kolaycılıktır, yalancılıktır. İnanmanın içinde bilmek vardır. Aniden biri size sorsa; “inandın mı”? diye, siz “Neye?” diye sorarsınız değil mi? Çünkü neye inanacağınızı bilmiyorsanız inanabilir misiniz? Hayır, ama siz neye inanacağınızı bilmeden “inandım” derseniz, o zaman ya şaka yapmış gibi görünürsünüz yada ciddiye almadığınız için başınızdan savmış sahtekar bir insan gibi olursunuz.
Allah’ın bize “onları tasdik ettim, onlar da bendendir, onlara da iman edin” demesi, onları da okumakla bizi mükellef kılmaz mı? Hayatımız boyunca yüzlerce kitap okuduk, ama bir İncil’i, bir Tevrat’ı okumadıysak, nasıl açıklarız Allah’a seni her şeyden önemli gördük, yüce gördük diye? Sahtekarlıkların ortaya çıkacağı gün yakındır.
Her aklı başında insan kabul eder ki, bir kişi uzaktaki dünyanın ve evrenin Kralı olan babasından gelen mektubu dikkatlice okur. Okuduğu mektupta “evvelce benim adımla gelen Tevrat ve İncil mektubu da benimdir, onlara da inan” derse. Sizin zaten okumuş olduğunuzu yada okuyacağınızı umarak dediği açıktır. Babasına değer veren her insan onun gönderdiği mektupları kesinlikle okur. Hatta kesin olmasa, babasının yazmış olduğu yada bir kaç cümle eklemiş olduğu mektupları bile onun hakkında bilgi edinme ve onun sevgisini kazanabilme umuduyla okuyacaktır. Bir kişi sevdiğinin gönderdiği mektupları da tekrar tekrar okur. Allah’ın mektupları nefsani ve şehvet dolu bir aşktan doğan mektuplardan daha mı küçüktür?
Bazıları “Tevrat ve İncil tahrif edilmiştir, biz ne okuruz ne de onlara iman ederiz” derler. Öyle olsa Allah; “O kitaplara iman etmeyin, çünkü o kitapları ben göndermedim, benim gönderdiklerimin tümü kayboldu ve geriye hiç bir şey kalmadı, sakın Tevrat ve İncil’e inanmayın, tasdik etmiyorum, uzak durun” diye ayetler olması gerekmez miydi? Tam tersine Allah, Hz Muhammed zamanındaki Yahudileri azarlamaktadır.
Maide 43: “Nasıl oluyor da (Yahudiler) içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat, yanlarındayken senin hükmüne baş vuruyorlar, sonra da gene bu hükümden yüz çeviriyorlar? Onlar, zaten inanmamışlardır.”
Hz. Muhammed zamanındaki ve hatta daha eski zamanlardaki Tevrat nüshaları bugün hala müzelerdedir. Yani Kuran’da anlatılan Tevrat ile günümüzdeki aynıdır. Dolayısı ile Allah Yahudileri “Tevrat’taki açık hükümlere uymayı emretmiştir”. Bozulmuş olsaydı “ona uyun” der miydi hiç?
Kuran’da; Hz. Peygamber’e, kendisine anlatılan olaylardan şüphe ederse, Tevrat’ı okuyanlara sorması tavsiye edilmektedir. “Tevrat’ı getirip okuyun” diyerek Yahudilere meydan okuyan Kurân ayeti de, bir bakıma, o dönemde mevcut Tevrat’taki bir hükmü tasdik etmiş olmaktadır. Hıristiyanların İncil’e uymaları Kur’an’ın emirleri arasında yer almaktadır.
Kur’ân’ın ifadesine göre, Tevrat’ta Yahudilere cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas emredilmiştir. Kur’ân’ın Tevrat’ta bulunduğunu söylediği bu buyruk bugünkü Tevrat’ta vardır. Keza, Enbiyâ sûresinde (21/105) belirtildiğine göre, Zebûr’da şöyle yazılmıştır: “Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır”. Mevcut Kutsal Kitap’ta 37. Mezmur’un 29. cümlesinde bu ifadeyi görmek mümkündür. Zaten Kuran’da anlatılan olayların çoğu daha geniş ve detaylı şekilde Tevrat’ta ve İncil’de anlatılmaktadır. Kur’an onların üzerinden tasdik amaçlı kısaca geçmiştir.
Kuran’da kitap ehlinin tahrifatı; “kitaptan bazı bölümleri halktan gizlemek, dilleri eğip bükerek yazılı metnin manasını tahrif etmek, bazı kelimeleri gerçek anlamından saptırarak farklı bir kelime gibi okumak” gibi ifade edilmiştir. Gizlenen bu kitapları Allah daha sonra ortaya çıkarmıştır. (İdris peygamberin kitabı ve Süleyman peygamberin kitabı gibi…). Kuran’da kendi elleriyle yazıp “bu Allah’tandır” diyenler de eleştirilmiştir. Ama bunların yazdığının Yahudilerin ellerinde olan Tevrat olmadığı açıktır. Çünkü o devirlerde şimdide olduğu gibi pek çok kişi özellikle yeni İnciller yazıyor ve “bu bana vahiyle geldi” diyordu. Yani bunu antik eser olarak değil de kendini peygamber ilan etmek suretiyle yazdığı kitabın Allah’tan geldiğini söylüyorlardı. Bu kitaplar ise Hz. Muhammed’den 1000 yıl önce toplanmış Tevrat ve 600 yıl önce yazılmış İncil ile ilgili değildi.
Dolayısı ile “inandım” diyebilmek için, içindekini bilmek şarttır. Ben bir işçime bir “iş kuralları listesi” yollasam, “Bunu iyice anla, önceki gönderdiklerimle birlikte iman et, oku ve inanıp uygula” desem, o da okumadan altına imza atıp eğlencesine devam etse, ona mutlaka hesap sorarım. O, kendini şöyle savunur; “Sana o kadar güvendim ki ve onu getirenlere, senden olduğuna daha okumadan inandım”. İşte bu düzeni bozucu, işe zarar veren sahtekarca bir cevaptır. İş verenin kural listeleri yollamaktan amacı işçinin iyice okuyup uygulamasıdır ve bunun için de, iman etmesi gerekir. Yani iman okuduktan sonra başlayabilir. “İman edin” demek, “okuyun ve kabul edin” demektir. Tekrara gerek yok umarım anlaşılmıştır.
Konuyla ilgili detaylı bilgi isteyenlerin diyanetin hazırladığı makaleye göz atmaları önerilir. Objektif yazmaya çalışmışlar. https://islamansiklopedisi.org.tr/tahrif–kitap
FAİZ YİYENLER VE MECBUR KALMADIKÇA FAİZ YEDİREREK FAİZ SİSTEMİNİ DEVAM ETTİRENLER EBEDİ CEHENNEMLİK İLAN EDİLMİŞTİR
Ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte kısaca faizin kötülüğünden bahsedelim ki” neden ebedi cehennemlik yapar bu küçük suç?” denmesin. Allah geleceği görmüş ve daima kendi düşmanlarının dünyadaki faiz ve banka sistemlerinin gizli sahipleri olduğunu görmüştür. Devletin iş yapanlara ve ihtiyaç sahiplerine faizsiz (altın yada benzeri değerlere eşitlenmiş) şekilde borç vermesi gerekir. Devlet bu görevini yerine getirmediği için zaten zengin olan sermaye sahipleri herhangi bir üretim yapmadan hızla piyasadaki tüm zenginliği kendilerine toplamakta ve halkı fakirleştirmektedirler. Eğer bankalar fes edilse ve devletleştirilse, bankaların elde ettiği geliri devlet halk adına elde etmiş olsa, birden tüm halkın gelirinde çok büyük bir artış olurdu. Fakirlik azalırdı. Ama bu olağanüstü kârlar, belli örgütlerin ellerinden toplanır ve bu kişiler daima Allah’ın düşmanı olmuş kişiler olarak olması kaderlerinde yazılıdır.
- Bakara Suresi, 275. ayet: “Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: “Alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.”
- Bakara Suresi, 279. ayet: “Şayet böyle yapmazsanız (faiz sistemini terk etmezseniz), Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz.”
Allah’ın düşmanı ilan ettiği kurumlarla ve o kurumlara hizmet edenlerle çalışmak, kişiyi Allah’ın düşmanlarının ortakları ve destekçileri haline getirir. Eğer kişi hayati düzeyde mecbur değilse yapmamalıdır. Ben kredi kartı kullanıyorum, yoksa iş yapamıyorum. Ama kazancımı arttırarak Allah’ın düşmanları ile etkili şekilde savaşmaya gayret ediyorum. yani onlara 3 kuruş verip 3000 kat zarar veriyorum. Bu da mecburiyetten yapılmış stratejik bir adımdır. Müslümanlar da, ancak mallarını Allah yolunda harcayanlar değillerse ufak tefek sayılan bu şekildeki kusurları ve iş ortaklıkları hoş görülmeyecektir. Bankalarla hayati önemi olmaksızın yada Allah yolunda düşmanları ile savaşa büyük maddi imkan için yapılan ticaret dışında çalışan herkes ebedi cehennemlik olma durumuna düşmüştür.
Bankada çalışan da, çaycı olan da, ona ekmek götüren de, parasını orda faizsiz bile olsa tutan da kutsal kitaba göre onların yardımcısı, güçlendiricisi, kölesi sayılır ve onlardan ayrı tutulmaz. Hatta onlar büyük dünyevi menfaat için ahiretlerini sattıkları halde, diğerleri küçük bir fark için ahiretlerini sattıklarından onlar daha büyük kınanırlar. Eğer parasının evinde çalınmasından korkan varsa; devlet bankasının kasasına koysun. Bundan da korkan varsa, son çare olarak devlet bankasına faizsiz yada altın hesabı ile yatırsın. Bu şekilde faiz sistemine hizmet için kullananların eline bile geçse kazanılan para halka dönecektir. Ama bu son çaredir ve bu konuda bir garanti yoktur. Şahsım bankada para tutmamaya özen göstermektedir. Tutacağı zaman da az miktarda ve devlet bankasını kullanmaktadır.
“İslami banka” diye bir şey söz konusu olamaz. Bu bir kandırmacadır. Zaten bu kurumların sahtekarlığını daima faize yakın kar payı vermesinden ve hiç zarar etmemesinden, borcunuzu ödeyemediğinizde katlanmış şekilde aynı banka gibi sizden daha fazla bedel istemesinden anlayabilirsiniz…
Bir ev hanımı bile olsanız, bunlardan anlamayıp babanızın yada evinizdekilerin bankalarla çalıştığını biliyorsanız, siz de sorumlusunuz. Böyle bir hanımın Allah düşmanları ile aynı evde olması uygun değildir. Allah kendisine düşman olanlarla dostluğu yasaklamıştır. Kuran okumayanlara bunları anlatmak zordur.
MEHDİ’Yİ ARAMAYAN VE DELİLLERİNE İMAN ETMEYEN KAFİR OLMUŞTUR
Dünyadaki neredeyse tüm dinler; kıyamete yakın bir zamanda Allah’ın seçtiği bir görevlinin yeryüzüne gönderileceğini kutsal kitaplarında yazmışlardır. Kuran’da bu konu açıkça dile getirilir ama yorumları ve kelimelerin anlamları bozularak bu gerçek gizlenir. Bunu “Kuran’da Mehdi” isimli makalemden okuyabilir ve delillerini görebilirsiniz.
Madem Kur’an dahil tüm kutsal kitaplar ve yüzlerce hadis; bu kişiyi bildirmiştir, o zaman onu aramak, delillerini bulunca da ona iman etmek farzdır. Seçilmiş ve Allah yolundaki işlerinde kendisine yardım edilmesi gereken bir lider geleceği açıkça tüm dinlerde bildirilmiştir. Böyle bir konuda “Mehdi yok, uydurma” demek, “Mehdi gelirse gelsin bana ne?” demek, işaretleri mucizevi şekilde uyan ve mucize gösteren bir kişiye “Mehdi sen değilsin sahtekar yada hastasın” demek, kişiyi kafir yapar.
Bu yazının konusu olmadığından kutsal metinlerde onun işaretleri bahsine girmeyeceğim. Ama bunları araştırmak, okumak ve onu aramak en büyük ibadetlerden biridir. Neden? Çünkü onun gelişi ve galibiyeti tüm dünyaya Allah’ın dinini, cennet kanunlarını, masum ve ezilmişlerin kurtuluşunu, kötülüğün bitişini, mutluluğun hakimiyetini sağlayacaksa; ona destek vermek hayırların en büyüğüdür. Onu aramak arayışların en büyüğüdür. Hizmettir, hizmetlerin en büyüğüdür. Ancak insanlar artık her çıkana, araştırmadan alay ve hakaretle yaklaşmakta. “Al bir deli daha çıkmış” diye kötü söz söylemektedir. Ya o hakiki olan kişi bu sefer ona denk geldiyse? Hz İsa’ya bakanlar şöyle diyordu; “Şu obur ve ayyaş adam mı mesih seçilmiş? (incil)” Hz Muhammed’e bakan Ebu cehil “bu çirkin adam mı, peygamber seçildi?”. Hz Musa’ya bakanlar “Bu katil olmuş ve konuşması düzgün olmayan adam mı peygamber?” dediler. O nedenle kutsal kitapları iyi bilin ve bir insanın Mehdi olup olmadığını bir sarraf gibi anlamanın bilgisini edinin. Onun işaretleri ve göstereceği mucizeleri kutsal kitaplarda yazılmıştır.
Bazıları da Hz Muhammed’in ömrünün sonunda erişeceği Arabistan’a hakim olup ardından binlerce kişilik ordusunun olacağı ile ilgili evvelden bildirilmiş olan kutsal yazıyı ona hatırlatıp dediler ki; “Sen kafirsin, yalancısın, onun büyük ordusu ve hakimiyeti olacak, sense fakirsin ve yalnızsın, sana kölelerden başkası inanmıyor”. Allah ona vadettiğini bir şekilde gelecekte verecekti. Ama bunu söyleyen insanlar o günleri görmeden öldüler yada kafir olup savaştılar, Müslümanları öldürdüler. Doğuştan gelen kanıtlarına ve diğer mucizelerine aldırış etmediler. Zamana dayalı ortaya çıkacak olan işaretlerine odaklandılar. Çünkü onlar akıllıca düşünemeyen, iman etmek istemeyen zalim kimselerdi. Ayıp aramak ve her şeyi kötülemek onların genel ruh haliydi. Allah da onlara hidayet vermek istemedi.
KURAN’DA AÇIK HÜKÜMLER VARKEN, BİR ALİMİN YADA BİR HADİS RİVAYETÇİSİNİN YADA BİR DİN ADAMININ SÖZÜNÜ YEĞLEMEK
Kur’an kendini şöyle tanımlar; “Apaçık, anlaşılır bir kitaptır. İçinde eksik hiç bir şey yoktur. Her şeyden yeterince bahsedilmiştir. Onu bırakıp, yetersiz görüp başka sözler aramak küfürdür, derin düşünenler için gittikçe artan şekilde çok bilgi verir”.
Bu ayetlere rağmen, filanca kişi şöyle rivayet etmiş, Kuran’da aksi yazsa da ben buna inanırım demek büyük küfürdür. Hiç kimse Hz Muhammed’in ağzından o sözlerin çıktığını doğrudan duymadı. Ondan ona aktarılmış sözlerle, Kur’an kıyaslanamaz. Maalesef pek çok konuda Kuran’daki açık hükümler bırakılıp kim olduğunu bilmediğimiz kişilerin rivayetlerine güveniyoruz. Eğer Kuran ayetlerinde aksi yazıyorsa bunlara itibar edilmez. Ama Kuran’daki hükümleri destekleyen rivayetlerse ve hatta bir mucizeyi ortaya çıkarıyorlarsa o zaman onların Hz Muhammed as dan geldiğine emin oluruz.
Günümüzde en büyük alim denen kişilerin bile yaptığı hatalar; “Kur’an der ki; elbiseyi avretlerinizi örtmeniz için indirdik, kadınlar örtülerini göğüslerinin üzerine vurup kapatsın”. Ama sözde alimler derler ki; Kadın avretini değil tüm vücudunu kapatmalıdır. Erkek görürse canı çeker. Ya Kadın? Kadın görürse istemez mi? Hem akla, hem vicdana aykırı görüşleri rivayetlerle süsleyerek Kur’an ile yarıştırırlar.
Bununla birlikte Hanefilikte ve diğer mezheplerde de olan, namaz kılmayanın hapsedilmesi, dövülmesi ve öldürülmesi hükümleri, zina edenin taşlanması hükmü, Kur’an bırakılıp rivayetlerin yanlış yorumlanması ile elde edilmiş küfre giren saçmalıklardır. Sorunca yüzlerce hadis bilen insanların yüzlerce ayeti ezbere bilmemesi anlaşılır durum değildir. Kişi hem Kuran okumalı hem de Kuran’ı iyi anlamasını sağlayan başka kitaplar da okumalıdır.
İLAHİ KANUNLARIN GELMESİ VE UYGULANMASI İÇİN SAMİMİYETLE ÇABA HARCAMAYAN LİDERLERE OY VERMEK YADA DESTEKLEMEK
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”(Kuran 5:44)
Başlıktaki durum insanı kafir yaptığı gibi, ilahın kanunları gelsin diye çaba harcayanları desteklememek de insanı büyük günahkar durumuna düşürür. Eğer baştaki yöneticiler Müslümansa, toplum kafir bile olsa Allah’ın kanunlarını uygulamalı ve topluma bu kanunların herkes için en güzel kanunlar olduğunu, herkesin bu kanunlardan istifade edeceğini anlatmalı ve Allah’ın kanunlarını sürekli layık olduğu şekilde övmelidir. Bir devlet adamından beklenen şeyler şunlardır;
1- Ancak ilahi kanunlar, insanlığı ve toplumu kurtarabileceği için; ilahi kanunların en iyi şekilde anlaşılmasını, araştırılmasını ve tespit edilmesini sağlayacak komisyonlar kurmak. Komisyonlara sınav ile adil şekilde en alim insanları toplamak. Sadece Kuran’ı bilen değil aynı zamanda uzmanlık alanı olan kişilerin en iyilerini seçmek.
2- Bu komisyonca netleştirilen ilahi kanunların topluma hatta dünyaya benimsetilmesi için savaşlara ayrılan bütçelerden bile büyük bir bütçe ile halka tanıtım ve sevdirme çalışması yapılmalıdır. Çünkü bu kanunlar, savaşları bitirip dünyayı cennete çevirebilir.
3- Yani Kuran’ın ve kanunlarının, mucizelerinin dünyaya ve topluma yayılması için azami çaba göstermeyen bir lider, Allah’a hakkını yerini getirmiş olmaz. Maalesef Hz Muhammed’den bu yana tebliğ ve dünyaya hakkın ilanı aşkında olan bir lider gelmedi, görünmedi.
Kuran; Allah’ın kanunları yerine kendi akıllarınca kanun yapan liderleri “Tagut”, onlara tabi olan halkları da “Tagut’a tapanlar” olarak niteler. Yönetim sisteminin adının ne olduğu önemli değildir. Cumhuriyet, Krallık… Önemli olan kanunların hangi esaslar temel alınarak yazıldığı ve uygulandığıdır. Bu nedenle yönetim sistemini yada yöneticileri değil, kanunları değiştirmeliyiz. Liderler de Allah’ın kanunlarını reddediyor yada anlaşılması için yeterli çaba göstermiyorlarsa o zaman onların da yerlerine başkalarının seçilmesi için çaba gösterilmelidir.
“Ve böylece, her şehirde oranın günahkârlarını, ileri gelenler kıldık ki, orada tuzak kursunlar! Halbuki ancak kendilerine tuzak kurarlar da farkına varmazlar.” Kur’an; Enam 123
Bazıları “oy vermek küfürdür” diyorlar. Hayır, doğru kişilere oy verilmeli ve onların galibiyeti için canla, malla her şekilde çaba harcanmalıdır. Zamanın önemli bir cihadı da budur.
ALTINI GÜMÜŞÜ (PARAYI ) BİRİKTİRMEK
Bu bölümde insanı kafir etmeyen ancak cehennemde yanmasına vesile olan en büyük etkenlerden birine son olarak değineceğim. Parayı, altını, gümüşü ve fazla serveti yığmak… Başka büyük günahlarla birleşince kişiyi cehennemde çok uzun süreler tutabilir. 1 dakikasına katlanamadığımız bir acının, yüz bin yıl olması sizi rahatlatır mı? Sonsuz kalmayacak bile olsanız 10 dakikası yetmez mi? Ve Allah neden malın biriktirilmesinden tiksinir? Size bunu anlatacağım.
“Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.
O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı”! Denilecek.” Tevbe:34-35
Altın ve gümüşü biriktirmek sadece hahamlara ve din adına para toplayanlara değil, her insana yasaklanmıştır. Ama onların biriktirmesi daha da çirkindir.
“Arkadan çekiştiren ve yüzüne karşı alay edenlerin vay haline! Ki o, mal biriktirip tekrar tekrar sayar. Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanır. Hayır, andolsun ki o, kırıp geçiren cehenneme atılacaktır! Kırıp geçiren cehennemin ne olduğunu sen bilir misin?” (104/1-5)
Müminlerin Emiri İmam Ali’den rivayete edildiğine göre, vergisi ödensin veya ödenmesin, dört bin dirhemden fazla biriktirmek, ‘hazine yığmak’ yasağı kapsamına girer. Bu miktardan az biriktirme ise harcama olarak değerlendirilir.
“Ayyaşi” İmam Bakır’ın bu ayet ile ilgili bir soruya verdiği cevapta, hazine yığmanın iki bin dirhemden fazla biriktirme anlamına geldiğini nakleder. Ölçüdeki farklılık, hayat şartlarındaki ve kamu ekonomisindeki değişimden doğmuştur. Gerçekten, geçim için gerekli olana her şey, harcama niteliğinde olup, salt biriktirme ve yığma amacıyla elde etmek ise, bu yasak kapsamına girer.
ALLAH TAMAMLAYICI AYETİ İNDİRİYOR
Sonra mallarından neyi vereceklerini soruyorlar. De ki: Kendilerini sıkmayanını, sıkıntıya düşürmeyenini, fazlasını. İşte Allah, delillerini size böylece bildirir, ta ki düşünesiniz.* (2:219 Kuran)
El-Humeze Süresi; kısa, korkutucu ve düşündürücü ayetleriyle servet biriktirmenin sosyal ve moral etkilerini ve sonuçlarını ortaya sermektedir:
El-Khasal’da rivayet edildiğine göre yüce Peygamber şöyle buyurmuştur: “Atalarınızın dinarları ve dirhemleri onları mahvetti, sizi de mahvedecektir.” Mecmu’atul –Beyan’da rivayet edilir ki; “onlar, altın ve gümüşü biriktirenler…” (9/34) ayeti nazil olduğunda Peygamber üç defa “Altın ve gümüş kahrolsun!” diye haykırdı. Bu ifade sahabeyi şaşırttı. Ömer hemen sordu: “Hangi tür serveti kendimiz için isteyebiliriz?” Peygamber şu cevabı erdi: “Hamd eden bir dil, şükreden bir kalp, imanlı ve size manevi yönden destek olacak bir eş isteyin!”
Kâfi’de rivayet edildiğine göre, İmam Sadık’tan soruldu: “Ne miktar servet üzerinden vergi (zekât) alınmalıdır?” İmam: “Siz gönüllü ödemeler ve resmi vergiyi (zekât) mi kastediyorsunuz?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca şöyle devam etti: “Resmi vergi (zekât) her bin (lira ve altın) üzerinden yüzde yirmi beş oranında alınır. Gönüllü ödeme ise, Müslüman kardeşinizin ihtiyaç duyduğu miktar kadardır. Allah serveti size emrettiğiniz şekilde harcamanız için ihsan etti. Onu kendinize saklamanız için değil.”
Başka bir olayda şöyle oldu;
Hz. İbni Abbas (r.a.) der ki bu ayet inince bu hal Müslümanlara ağır geldi. Şöyle dediler: Biz evladımıza bir şey bırakmayacak mıyız? Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) “ben Resulullah’la görüşüp durumu size aktarırım” dedi. Hz. Sevban (r.a.) ile Efendimize gittiler. Bu ayeti Hz.
Peygamber’e (s.a.v.) sordular. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah zekâtı emretti ki zekâtın dışında kalan paranın (malın) temiz olduğu anlaşılsın. Allah mirası emretti ki sizden sonra miras olarak bırakabileceğiniz mal kalsın.” Efendimizin bu açıklamasını duyan Hz. Ömer tekbir getirdi. (Şevkati, Fethül Kadir, 2, 357)
Ancak bu hadis diğer ayetlere ters değildir; şöyle ki: Zekat İslam devletine verilen özel bir vergidir. Devlet vergiyi Allah’ın Kuran’da saydığı yerlerden birisine hayır için harcamakla mükelleftir. Bunun dışına harcayamaz. İhtiyacınızdan fazlasını Allah yoluna verin ise; zekattan bağımsız başka bir şeydir. Buna İnfak denir. Allah 3 türlü maddi fedakarlık emretmiştir. Sadaka, İnfak, Zekat.
Sadaka; Sıdk yani “sadakat” kökünden gelir. Kişinin sadakatini ispatlayan her türlü fedakarlıktır. Kapsamı maldan daha geniştir. Gülümseme bile sadaka sayılabilir. Yada iş yapmak, hizmet etmek sadaka olarak görülebilir. Yeter ki sadakati ispatlasın.
Zekat: İslam devletine verilir. 20 dirhemden sonraki her altın için 40’da birdir. Devlet bununla Kuran’da tarif edilen yerlere harcama yapmakla mükelleftir. Devlet anayasasına eklenmelidir.
İnfak: Her Müslümanın ihtiyacından fazlasını vermesi gerekir. Ancak ihtiyaç kişinin iş yerinin büyüklüğüne, iş döngüsüne ve aile büyüklüğüne ve daha çok faktöre bağlı olduğundan miktarı belirtilmemiştir. İsteyen kendi vicdan ve aklı ile belirler ancak bu onu ahirette zora sokabilir. Ancak alim kişileri toplayıp belli ücretle kendisini tanıtmadan makul bir tutar belirlenmesini isteyebilir. Alimler onu ve durumunu değerlendirir ve onun infak için ayırması gereken tutarı yada ihtiyaç miktarını belirlerler. İstişare ile hüküm verdiği için sorumluluk ondan gitmiş olur.
Miras konusuna gelince; ev, araç, at, tarla, dükkan, ev eşyaları vb şeyler her insanın ihtiyacıdır. Bunlarda miras olarak bırakılabileceği için Allah miras ayetlerini indirmiştir.
GÜZELLİKLER YASAK DEĞİLDİR
“Ey Âdemoğulları, namaz kılacağınız her vakit, elbisenizi giyin, süslenin ve yiyin, için, israf etmeyin, şüphe yok ki o, müsrifleri sevmez. (Kuran 7:31) De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve ziyneti ve (her türlü) temiz rızkı (ve nimeti) haram kılmak kim(in haddine) dir?” De ki: “Bunlar dünya hayatında da mü’minlerindir. Ahirette de sadece onlar içindir.” Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktayız. (Kuran 7:32)
Peygamberlerin çoğunun büyük koyun sürüleri vardı. Onlar altın ve gümüşten de öte durduğu yerde çoğalırdı. Aynı zamanda onları satın alarak da biriktirirlerdi. Ama onlar için bir yasak yada kınama getirilmemişti. Peki bu servet edinme konusunda sır, sınır nedir?
SONUÇ
Ayetleri ve hadisleri birleştirince anlıyoruz ki; kişinin ihtiyacından fazlasını biriktirmesi yasaklanmıştır. Peki büyük fabrikalar kapatılsın, büyük sürüler kesilip dağıtılsın mı? Hayır elbette. Çünkü onlar da binlerce insanın ihtiyacını karşılamaktadır. Burada fabrika yada sürü sahibi şunu yapmalıdır. Eline geçen parayı ya tekrar üretime ayırıp daha çok insanın ihtiyacını karşılamalıdır yada ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Artan malı da Allah yolunda harcamalıdır. Bunun dışında bir formül yoktur. Bazıları sorabilir; kötü gün parası biriktirmeyelim mi? Hayatın türlü türlü hali var. Bunun cevabı yine Kuran’da saklıdır. Üst limit 7 yıldır. Yusuf kıtlık ile ilgili rüya görününce onu tabir etti. tabiri belki çıkardı belki çıkmazdı. Sonuçta bu bir rüya. İşte kişi böyle bir ilham alır ve durumların kötüleşeceğini görürse, o zaman 7 yıllık yiyeceğini ve minimum geçim ücretini biriktirebilir. Yusuf yaptıysa herkes yapabilir. O da halkın 7 yıllık buğdayını biriktirmişti. Yani bir insan ayda 10 altın ile geçinebiliyorsa; kötü bir durumu haber almak yada ön görmek kaydı ile 7 yıllık altın kadar elinde tutabilir. Ancak bunun için sağlam nedenleri ve açıklaması olması şarttır. Eğer böyle bir neden yoksa kişinin iş döngüleri önemlidir. memur için aylık veya yıllık döngüler söz konusu olabilir. Çiftçi için ise 1 yada 2 yıllık iş döngüleri vardır. Buna göre yeterli miktarda iş döndürücü nakiti biriktirmesinde, saklamasında sakınca yoktur.
Peki ya yaşlılık? yaşlanınca bana ne olur kim bakar? diyorsanız. Emekli aylığı için prim ödemenizde sakınca yoktur bu biriktirmek sayılmaz, sizin paranızla devlet başkalarına yaşlılara hastalara yardım eder. Önemli olan paranın toprak altında yada kasada atıl halde tutulmamasıdır. Emeklilik sistemi olmayan ülkelerde ve koşullarda ise, kişinin yaşlanınca ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde gelir getirici bir tarla, dükkan vb bir varlık almak için para biriktirmesinde sakınca yoktur.
Peki spor araba, 3 tane ev, şato vb şeyler alabilir miyiz? Açıktır ki bunların hiç birisi ihtiyaç tanımı içine girmez. Güzel şeyler, anlamlı ve kaliteli şeyler kullanmanızda, en güzel elbiseleri giymenizde sakınca yoktur. Allah bunları sever. Güzellik de bir ihtiyaçtır. Ancak marka giymek bir ihtiyaç değildir. Aynı kalitede ve güzellikte daha uygun fiyatlı bir ürün varsa kişi onu seçmelidir. Daima “bu güzellik benim ihtiyacım mı?” diye sormalıdır. Buradan anlıyoruz ki; standart ölçülerde bir yaşam Allah’ı rahatsız etmez. Çok zengin de olabilirsiniz, bin adet fabrikanız olabilir. Bunlar çok güzel şeylerdir ve takdir gerektirir. Ancak oradan kazandığınız parayı daha faydalı bir üretime yada Allah yoluna harcamıyorsanız, toprak altında yada kasada altın gibi birikip atıl hale düşüyorsa yada oturamayacağınız evleri arsaları alıp öylece tutuyorsanız; işte bunlar kalp hastalığıdır. Kemik toplayan aç gözlü köpeklerin yakalandığı hastalıktan farkı yoktur. Bu tür köpekler binlerce kemik veya leşi toprağa gömer. Daima taze yemek bulduğu için onları hiç yemez ama daima biriktirir. Hatta yolculuk yaptığı ve oradan hiç geçmeyeceğini bildiği bir yere dahi kemik gömer. Önemli olan başkasının olmamasıdır sanki. Kendisi yiyemese de, oturamasa da, kullanamasa da önemli değildir. Başkalarına engel olması ona haz verir.
Peki Allah neden malın insanlarla paylaşılmasını veya daha çok üretim için riske atılmasını ve mutlaka üretimin insanlara ulaştırılmasını istemektedir? Çünkü zenginlik ve sahip olduğumuz her şey, akıl, beden ve dünya Allah’ındır. Onu dilediğine verir. Bizler kazandıklarımızı kendimize ait ve kendi üstünlüğümüzden zannediyoruz. Oysa bizi böcek yada sakat olarak yaratabilirdi. Başarı Allah’ındır. Kazancın en büyük payı onundur. O, bizlerin vicdan ve merhamet sınavında ne kadar hayranlık duyulacak insanlar olduğunu görmek istedi. Kiminin de ne kadar bencil ve köpek mizaçlı olduğunu görmek istedi. Bu nedenle şartlarımızı eşit kılmadı ve bizleri sınadı. Kişi kazanıyorsa bunu kendi yüceliğinden bilmemelidir. Merhamet etmeyen birine, hataları ortaya döküldüğü gün ceza verilirken merhamet edilmez. Çünkü o da merhamet etmemişti.