Evrenin sistemini, içimizdeki evrensel ilahi kitabı ve yakında göreceğimiz Rabbi biraz olsun anladık değil mi? Şimdi, zamanımızı, dinleri ve yolumuzu anlamak için tarihe göz atmamız gerekir. Bunun için her şeyin nasıl başladığını bilmemiz gerekli.
İnsanlık tarihinin Âdem ve Havva ile başladığını sanıyorsunuz değil mi? Halbuki gerçek böyle değil. Bizden önce başka insansılar ve o insansıları köleleştiren cin kralları, periler ve onları da gözetleyen gökyüzünde güçlü ordular olduğunu kutsal kitaplar ve tüm mitoloji tarihi adeta haykırıyor.
Anlattığım her sıra dışı bilginin kaynağını sunmaya çalışacağım. Ve mitoloji tarihi ile Kutsal kitaplarda yazanların gerçek temellere dayandığını, tüm dünya kültürlerine ve destanlara giren, duvar resimlerine ve hiyerogliflere, tabletlere kazınmış tüm hikayelerin gerçekle bağlantıları olduğunu göreceksiniz.
7000 YIL ÖNCEYE DEK MEDENİYET YOKTU
Her şeye en baştan başlayalım. “Âdem’den önce insansılar vardı ve bunlar cinlerin kontrolündeydiler” demiştim. Bu insansılar yazı nedir medeniyet nedir tarımcılık nedir bilmiyorlardı. Ruha tapınmacılık yaygındı ve cinler hayvana dönüşebilen bazı güçlü varlıklar için kurbanlar adarlardı. Dünyanın dört bir yanında her gün on binlerce insan adak olarak bu ruhlara sunuluyor ve kanları içecek olarak takdim ediliyordu. Kan içicilik ve vampirliğin ilk kökenleri cinlerle ve cinlerin kontrolündeki insanlarla başlamıştı.
Pek çok tarih kitabı bu vahşet dolu, kanın oluk oluk aktığı o günler hakkında sizlere bilgi verecektir. Bu nedenle sizlerin bir kısmının da aşina olduğu bu çağları çok uzatmayacağım.
Aslına bakarsanız cinler sadece insansıları değil hayvanları da diledikleri gibi kullanıyor ve yeryüzünde kendilerine kan dolu bir krallık inşa ediyorlardı. Büyücüler, medyumlar ve krallar cinlerle konuşabiliyor ve emirlerine aracılık ediyorlardı. Başlarında “Can” adı verilen ataları vardı. Daha sonra Yaratıcıya isyan ettiklerinde liderlerinin adı “İblis” olarak değişti.
ADEM ÇAMURDAN BİR HEYKEL MİYDİ?
Rab yeryüzünde ki her canlıyı sudan yarattığını bildirmektedir.
“Allah her dabbeyi (canlıyı) sudan yarattı.” (Nur, 24/45)
Buna bakarak, her canlının sudan kalıplar içine konduğunu, örneğin bir katırın önce su şeklinde olup sonra anında etten bir katıra döndüğünü düşünmek doğru değildir. Her canlı sudan yaratılsa da her canlının ortaya çıkışı çok uzun zamanlar almaktadır. Hatta doğada evvelce görülmeyen ve fosilleri bulunmayan yeni canlılarda ortaya çıkmaktadır.
Demek ki; sudan yada çamurdan yaratıldınız demek, kalıplama, su veya çamurdan şeklini heykel gibi oluşturma şeklinde bir yaratım değildir. Rab aslında tüm dünyada ki canlıları tek bir seferde su içinde bir hücre ile yarattı. Yani tüm hayvanlar alemini zerrenin içine sığdırdı ve onu su ile birleştirdi. Suyun için canlılığı ortaya çıkaracak hücreyi var etti. İnsanı ortaya çıkaracak ilk başlangıç zerresi de çamurun içinde ki bir suyun içinde oluşturulmuştu.
Örneğin; siz bir kağıda önce bir nokta çizseniz, sonra bir yüz çizseniz, sonra bir beden. Sonra yeni bedenler çizseniz ve sonunda türlü canlılardan büyük bir kalabalık ortaya çıksa; tüm bu süreci nasıl ifade edersiniz?
O kağıttaki canlılara dersiniz ki; “Sizi bir noktadan yarattım”. Ama onlar aşamalar halinde ve birbirlerinden kopyalanıp değiştirilerek çizildiklerini söylerlerdi.
Bununla birlikte Adem’in ruhunun ortaya çıkacağı hücre ve dna bir çamur içinde Rabbin iki eliyle özel olarak yaratılmış, melekler onun etrafında toplanmış ve o yeterli olgunluğa gelince bir anne karnına yada aynı işlevi göre bir hazneye alınarak yetişkin bir insan suretinde hazneden çıkarılmış olabilir.
Allah nezdinde Îsâ’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan var etti; sonra ona “ol” dedi ve oluverdi.
Gördüğünüz gibi annesi Meryem’in karnında melek tarafından oluşturulduğuna emin olduğumuz Hz. İsa için bile topraktan yaratıldı ifadesi geçmektedir. Bu durumda Adem’in yaratılışını “İsa gibidir, anne karnında yoktan var edilmiş ve topraktaki elementler kullanılmıştır.” diyerek ifade etmek makuldür.
RAB İNSANSILARI GELİŞTİRECEK VE KURTARACAK
Yaratıcı yeryüzünde insanın köleliğini ve ezilişini, cinlerin ise nasıl ilahlık tasladığını görüp öfkelendi. Dedi ki;
2.30
Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım.” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.” Allah şöyle dedi: “Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.”
Meal yazanlar, ilginç şekilde “halekna” kelimesi geçmediği halde “yaratmak” olarak çevirmişlerdir. Mahluk yaratırken; “halekna” kelimesi kullanılır. Oysa ayette geçen “cealna” kelime kökü, tam anlamıyla “yapmak-kılmak” anlamına gelir. Bir atama yapılırken yada karar verilirken, “kılmak” manasında “cealna” kelimesi kullanılır. “Halife”; “eskisinin yerine geçen lider”, halef yani yerine geçilen biri olmadıkça “halife” kelimesi kullanılamaz. Yani cinlerin ve diğerlerinin yerine geçerek yeryüzünü kontrol edecek olan insan. Yüce Yaratıcı, zaten var olan insansıyı geliştirmeye karar verdi. Onlardan yeni ve daha gelişmiş bir tane yapacaktı.
İlginçtir ki; anında meleklerin şiddetle isyan etmiştir. Çünkü İblis melekleri sürekli kışkırtıyor ve aşağı gördüğü bu ilkel varlığın kendi yerine atanmasına tahammül edemiyordu. İblis meleklerle iyi ilişkiler kurmuştu ve hayranlıklarını kazanmıştı. Melekler ve iblis için insansılar yeryüzünde kullanılması gereken binlerce hayvandan biriydiler ve bu durum onlara garip gelmiyordu. Eğer insan yepyeni bir varlık olsaydı; bu çıkacak varlığın kan dökücü ve azgın olduğunu iddia edemezlerdi. Zaten bilimsel keşifler de insanlık tarihinin ilkel ve vahşi olduğunu göstermekte.
Allah onların bu endişesine anlayışla yaklaşmış. Adeta “tamam biliyorum, anlıyorum sizi, ama sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum” demekte. Aksi halde bu açık bir isyandır. Yani adeta “sen yanlış yapıyorsun” deme noktasına kadar ilerlemiş melekler. İblisin de kışkırtmasıyla yanmayı göze alarak, vahşi ve ilkel insansıların halife kılınmasına isyan etmişlerdi.
Allah; Firavun’un köleleştirdiği Yahudi halkını nasıl acıyıp kurtardıysa, cinlerin eline düşen ve yok oluşa giden insansı ırkını da desteklemek ve kurtarmak istiyordu. Musa’yı onlara gönderdiği gibi, Âdem’i daha üstün ve özel bir şekle getirip; insansıların lideri haline getirecek ve kölelikten kurtaracaktı. Bunun için ona özel bir ruh verdi, kelimeleri öğretti ve ona bir ahitname verdi.
Hem Kur’an’da, hem de Tevrat ve İncil’de Âdem’den daha önce başka insanların yaşadığını açıkça gösteren ayetler var. Ama onu topraktan yarattım dediği için hemen herkes şaşırdı. Oysa şunu düşünmediler. Tüm canlıları da sudan yarattım diyordu. Ama doğaya baktığımızda sudan kalıp çıkartma gibi canlıların oluşması değil; aşama aşama, ya da cinslerin birleşerek kırma ırkların çıkması gibi bir yaratım süreci vardı. Demek ki; bu anlatım, canlıların ilk ortaya çıkışına ya da insana temel olan ilk canlının çamurlu bir toprakta oluşmaya başladığını ifade ediyordu. Bununla birlikte Adem bir anne karınında yada Rabbin kendi katında bir yerde “iki eliyle” yarattığı ve can verdiği bir insan da olabilir. Onun çamurdan yaratılan insanlardan olan bir anneden mi doğduğu yoksa doğrudan mı yaratıldığı sadece bir detaydır.
KUTSAL KİTAPLARDA ADEM’DEN ÖNCEKİ İNSANSILAR
Rab yeryüzünü ekinler, yiyecekler veren zengin bir bahçeye çevirmek istedi. Ama yeryüzündeki hiç bir hayvan ve insansı çiftçilik yapacak, şehirler ve fabrikasyon üretimler yapacak kadar gelişmiş bir beyin örgüsüne, ruhsal kavrayışa sahip değildi. Rab 7000 yıl önce ilk gerçek insanı Adem’i kendi ruhsal ve bedensel suretine benzer bir halde yarattı. Sonsuz ve mekansız olan yüce ilahi güç; evrende şekil aldığında ışıktan bir insan suretinde görünüyordu. Ve başkaca dilediği her şekilde görünebiliyordu.
Tevrat ile başlayalım;
Kayin diğer adıyla Kabil, kardeşini haksızca öldürdüğünde Aden bahçelerinden kovulur. Ama bir korkusu vardır. Aden’den çıktığında karşısına kim çıksa onu öldürmeye çalışacaktır. Bunun için Allah’a yalvarır ve Allah da Kayin’in bulunmasını engelleyen bir nişan ile onu gizler. Adem ve Havva onu kovmuştur, bir tehdit değillerdir. Kayin, Aden’den çıkınca karşılaşacağı vahşi insansılardan korkmaktadır. Olay şöyle anlatılır;
14 “Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa öldürecek beni.” 15 Bunun üzerine RAB, “Seni kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak” dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kayin’in üzerine bir nişan koydu. 16 Kayin RAB’bin huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod (kavmi) topraklarına yerleşti. 17 Kayin karısıyla oldu. Karısı hamile kaldı ve Hanok’u doğurdu. Kayin o sırada bir kent kurmaktaydı. Kente oğlu Hanok’un adını verdi.
Kayin, daha oğlu doğmak üzereyken, çoktan büyük bir şehir-kent oluşturmuş ve ona isim vermişti. Eğer Âdem ve bir kaç oğlu dışında dünyada insan olmasaydı bir kent kurması asla düşünülemezdi. Kayin ve eşi oraya gittiğinde sadece bir ev yapması yetecekken, daha oğlu doğmadan en az bin haneli bir kent kurması mantıklı değildi. Kayin babasındna aldığı bilgilerle medeniyeti inşa etme kabiliyetine sahip bir kral olarak gittiği topraklarda ki insansılar tarafından saygı görmüş ve oradaki medeniyetin kurucusu olmuş, kentler, su yolları tarım alanları inşa etmiştir.
ADEM’E DEK İNSANSILARIN YERYÜZÜNDE ÖNEMSİZ ADDEDİLİŞİ
Âdem’e kadar insansılar neredeyse hayvanlar gibilerdi ve kimsenin umurunda değildiler. Hiç bir yerde yani melekler meclisinde, göksel gözetleyicilerin ve yaratıcının yanında isimleri anılmazdı. Bu durum Kuran’da şöyle anlatılır;
İnsan Suresi 1. Ayet
1. | hel | : mi? |
2. | etâ | : geldi, geçti |
3. | alâ | : üzerinden |
4. | el insâni | : insan |
5. | hînun | : sınırsız – çok uzun vakit |
6. | min | : den, dan |
7. | ed dehri | : uzun bir süre, uzun bir zaman |
8. | lem yekun | : henüz olmadı, değil |
9. | şey’en | : bir şey |
10. | mezkûren | : zikredilen, anılan |
Üzerinden çok uzun zaman geçmedi mi insanın; zikredilen-adı sıkça anılan bir şey değilken? İnsan Suresi 1. Ayet
EVRİM TEORİSİ BATININ BİR KEŞFİ DEĞİLDİR
Aslında evrim İslam dünyasına Kur’an ile birlikte girmişti ama her şeyi kendine yontan Avrupa bunu kendine mâl etti. Müslümanlardan alıp onu geliştirdi. 16. yy.dan sonra yanlış politika ve yönetim yüzünden çalışmayı bırakan ve bilimde geri kalan İslam dünyası, Kur’an’ı anlama işini takke ve tarikat imamlarına bıraktı.
John William Draper, The Conflict Between Religion and Science adlı kitabında evrim teorisinin batı kökenli olduğu varsayımını reddediyor ve evrim teorisinin Müslüman okullarında yüzyıllar önce okutulduğunu ve hatta Müslümanların evrimi çok daha geniş kapsamlı düşündüklerini, mineralleri ve inorganik maddeleri bile evrim olayına dâhil ettiklerini tartışıyor. Will Durant adlı Amerikan tarihçisi de ünlü filozof Ali İbni Sina (980-1037) ve Ebu Bekir Muhammed El-Razi’nin (844-926) tıp ile ilgili kitaplarının ve görüşlerinin Orta Çağ Avrupa’sında üniversitelerde yüzyıllar boyu ders kitabı olarak kullanıldığı gerçeğini anımsatıyor ve 1395 yılında Paris Üniversitesinde el-Razi’nin “Kitab el-Havi” adlı eserinin kullanılan dokuz kitaptan biri olduğunu bildiriyor.
Avrupa’da tıp bilimini etkileyen evrimci iki önemli Müslüman bilim adamı daha var. Batı’da Abubacer olarak bilinen Ebu Bekr ibn Tufeyl (1107-1185) ve Averroes olarak tanınan ünlü filozof Ebu el-Velid Muhammed ibn Rüşd (1126-1298)
Shanavas, yukarıda ismini verdiğim kitapta daha birçok belgeye yer veriyor. Örneğin, sosyolog tarihçi Ibni Haldun’un (1332-1406) ünlü Makaddime’si minerallerden başlayan bir evrimi savunur.
Evrimi savunan daha pek çok İslam bilgini vardır. Hatta bazı Kur’an tefsirlerinde dahi evrimden izler göze çarpmaktadır.
Hatta peygamber soyundan gelen ve 7. yy da Doğu İslam coğrafyasının en büyük âlimlerinden olan İmam Cafer-i Sadık şöyle der;
“Sen sanıyorsun ki, Allah sizden başka beşer yaratmamıştır. Hayır! Vallahi Allah bin kere bin Âdem yaratmıştı ki, siz o Âdemlerin sonuncususunuz”
Darwin, evrim tezini ünlü Müslüman filozof İbn Miskeveyhten çaldı. Evrim teorisi Batının değil Müslümanlarındır. Ama itiraf etmek gerekir ki; Evrim teorisini geliştirip deneylerle sağlamlaştırdılar. 940-1030 yılları arasında İran’da yaşayan İbn Miskeveyh, El-Fevzül-Asgar adlı ölümsüz eserinde evrimleşmeyi, Darwin’den tam 850 yıl önce ortaya koymuştu.
Âdem ister aniden, ister farklı bir yerde yaratılmış olsun; bir gerçek var ki, ondan önce az gelişmiş başka canlılar vardır. Sürekli dünyanın her yerinde ortaya çıkan milyon yıllık insan fosilleri zaten bunu ortaya koymaktadır.
Kur’an’da Âdem’in yaratılışının İsa’nınki gibi olduğu ifade edilir. Hâlbuki o, babasız olarak bir anneden doğmuştu. Ama Allah, insan ve canlıları topraktan yarattığını söyler. Yani türlerin çıkış yerleri temelde toprak ve su. Ama Âdem update edilmiş bir tür olduğu için; onu zaten var olan bir annede, babasız olarak yeni genlerle yaratmış olabilir. Günümüzde dahi “Meryem vakası” olarak tanımlanan ve tıp literatürüne geçmiş istisnai durumlar mevcuttur. Bu istisnai durumda, tıbben babasız olarak da çocuk sahibi olunabileceği ispatlanmıştır. Çünkü kadın kromozomlarında erkeğe ihtiyaç duymadan da çocuk yapabilecek genetik bilgi zaten vardır. “Hermafrodit kadınlar” olarak adlandırılan bu kadınlar bir bitki gibi kendi kendilerini dölleyebilirler. Ama sadece erkek çocuk yapabilirler.
Kuran’da evrimi açıkça anlatan ayetlerden birisi de şudur;
1. | ve kad | : ve olmuştu |
2. | halaka-kum | : sizi yarattı |
3. | etvâran | : aşamalar |
Google translate’e ayette geçen bu kelimeyi yapıştırsdığınızda;
أَطْوَارًا
Aldığınız sonuç aşamalar olacaktır.
MAYMUNDAN GELMEDİK, İNSANSI ATALARIN BİR KISMI MAYMUNA DÖNÜŞTÜ
Evrim teorisyenleri de günümüzde insanın maymundan geldiğini söylemezler. İnsansılara benzeyen ortak bir atamız vardı ve zamanla iki kola ayrıldı. Bir kısmı maymunlaşırken bir kısmı da insansılaştı. İnsansı koldan Âdem geldi. Ayetten görüldüğü gibi; varlığımızın kökenini oluşturan ilk atalarımızın bir kısmı suçlarından ötürü maymuna çevrilmiş, belki de çok daha eski olanlar da domuzlara. Hayvanlar âlemindeki gelişim ve değişim süreçlerinin de; hayvan topluluklarının eğilimlerine bağlı olduğunu, seleksiyonla doğrudan ilgili olmadan da ilerleyebildiğini yüce Yaratıcımız belirtmektedir.
Yani gerçek şu ki; evrim, değişim, türler arası geçiş Kur’an’da sıkça ifade ediliyor. Ancak Ateizm görüşüne sahip evrimcilerin aksine, Kur’an bu evrimin Allah’ın kontrol ettiği ve yaratmada kullandığı araçlardan birisi olarak ifade ediliyor. Allah gökten kendisi inerek hayvanları yaratmıyor ya da şekil değiştirtmiyor. Onları görünmez elleriyle ve görünmez güçlerle doğa üzerinden kontrol ediyor.
Şimdi son olarak bilim adamları ile dindarlar arasındaki çatışmanın diğer bir tarafına bakalım. Hadislerde ve Tevrat’ta, Âdem’in 7000 yıl kadar önce dünyaya geldiği yazılıdır. Ancak bazı bilim adamları ilk insanların kemiklerini 2 milyon yıl kadar önceye uzandığını kutsal kitapların uydurma olduğunu söylediler.
Tüm bu anlattıklarımızla sorun mükemmel şekilde çözülüyor. Hatta tarihsel veriler de bizi destekliyor. Çünkü Kuran ve hadislere göre Hz Âdem’e 10 sayfadan oluşan ahitname verilmişti. Çiftçilik ve toprağı sürmek öğretilmişti. Tarihe baktığımızda gerçekten de ilkyazı örneklerinin ve gelişmiş çiftçiliğin günümüzden 6000 yıl kadar önce Sümerlerde geliştiği görüyoruz. Elbette ilk yazılı örneklerin kaybolması ve zamanla gelişerek Sümer’deki örneklerin ortaya çıkması arasında tam da beklenen kadar bir zaman geçmiş. Böylece hem tarih, hem kutsal metinler, hem de biyoloji biliminin iddiaları tam olarak birbirini doğrulamaktadır.
Artık Âdem ve cinlerin ilişkisine geçeceğiz. İnsanlar ve cinler arasındaki soykırım savaşlarını, hatta günümüzde bile bu savaşların devam ettiğini, Lilith ile başlayan kızıl-sarı saçlı; mavi gözlü ırkın kendini üstün görüp dünyadaki kumralları ve siyahîleri yok etmek üzere başlattığı 2. Dünya Savaşı’na kadar uzanacağız.
ACININ ÖĞRETMENLİĞİ VE HER VARLIĞIN DİLEDİĞİ ŞEY OLUŞU
İnsan, hayvanlardan biri iken, özgürce meyve ve ceylan dolu ormanlarda yaşayıp, tatlı suları kaynaklarından içip dilediğince aşk yaşadığı günlerde bir ruh ona bir teklifte bulundu. “Sen de yaratmak ister misin? Tanrı gibi değil, yoktan değil, ama var olan her şeyi değiştirerek ve tüm hayvanlarla diğer insan türlerinin kralı olmak ister misin?”
İnsanın atası, tanrıyı görebilen ilk hayvan ya da insansıydı. Tanrıyı önce güneşe benzetti. Gök gürültüsünü onun sesi sandı. Hayvanlar ürküp kaçtı ama o çalıların arasından gökte oturduğunu düşündüğü yüceler yücesini aradı. Onu kalbiyle sezinlediğinde, gökte onu görüp aşık oldu ve onun gibi olmak istedi. Bir daha, bir daha dünyaya geldi genetik kod yığını, meraklı bir programcık gibi. Sonsuz bir acı çekmesi gerekiyordu. Çünkü ilkel bir varlığı ancak yeterli dozda verilen bir acı geliştirir. Acı çekerek ya ona alışır yada çözecek bir yol bulacak gücü ortaya koyar.
Tanrı, önce onun üzerinden kıldan elbisesini aldı. Artık soğukta üşür, güneş tenini yakar olmuştu. Boğuştuğu hayvanların dişleri tenini parçalıyordu, koruyucu kalın bir kürkü yoktu. Son derece çirkin olmuştu. O kadar acı çekiyordu ki; tüm gücüyle beyin hücrelerini çalıştırmak zorundaydı. Ev yapmak, besin toplamak için diğer canlılara nazaran çok daha fazla efor harcamalıydı. O ilk emaneti yüklenen varlık, insanlığa adım attı; inanılmaz acılar çekti. İnsan, Allah’a ulaşan, ruhen ona dönüşme yolculuğunda binlerce kez yıkıma uğradı. Defalarca parçalanıp öldü. Ama her acısı ona bir şey öğretti.
Genlerimiz korkularımızı ve ilgimizi taşıyan ve sonraki nesillere aktaran bir disk gibiydiler. Sinekler bu nedenle doğar doğmaz uçmayı öğreniyorlar. Kuşlar henüz bu bilgiyi tam aktaramadı, bu nedenle az da olsa alıştırma yapmaları gerekiyor.
O ilk gen olgunlaştı. Tanrı’nın ruhunu taşıyacak seviyeye geldi. Bu arada geçen binlerce yıl içinde Tanrı onu çabasından ötürü ayağa kaldırdı ve görünüşünü güzelleştirdi. İçlerinden seçtiği bir kadının içinde onu yeniden tasarladı ve “Âdem” adında dünyaya getirdi. O, Rabbin ruhu ile ruhlanacak; yaratılmışların en üstünü olma konusunda talipli olarak acı çekmeye talip olacaktı. O tam bir acı adamıydı. Adeta acıdan zevk alıyordu, zoru seçiyordu.
DNA’ya “gez!” dedi. Bedenden bedene; nehirden nehre. “Geliştir kendini. Öğrenerek ilerle!” DNA beden beden gezdi. Nefislerin birleştirileceği gün, her bir DNA klonu Rabbinin önünde bir beden içinde gelecek. Akıp geldiği tüm yolu temsil edecek. Ne gördüyse hepsine şahitlik edecek.
Âdem yeterince olgunlaşmadığı için cennetten atıldı ve yeniden daha da gelişeceği dünyaya döndü ama bu aslında ona verilmiş gizli bir hediye idi. Onun dönüşü muhteşem olacaktı. Âdem ilk nefis, ilk ruhtu. DNA’sındaki bilgi milyonlarca parçaya ayrıldı. Milyon yıllık deneyim insanı evirdi ve sürekli geliştirdi. Zaman zaman Rab ona yardım etti. Şeytan hayatını zorlaştırdı, ama zorlandıkça gelişti. Battıkça derine, bacakları güçlendi, cehaletin içinden bilginin kitabını çıkardı.
Genetik yapının her dalı farklı bilgiler oluşturuyordu. Kimi simyada, kimi dilde, kimi savaşta güçleniyordu. Farklı konularda üstün hale dönüşen genler ortaya çıktı. Milyarlarca kez kendini yenileyen DNA bir gün usta DNA’lar ile yolu kesişecek ve her DNA’nın en üstün yanını alan yeni bir kesişim DNA ortaya çıkacaktı. Rab adeta her çiçekten bal toplayan bir arı gibi Âdem ve soyunun şeytanla bile bir olmasına izin verdi. Düşen melekler Âdem’in genini karıştırdı. Doğa ve kader, isteyerek ya da istemeyerek Âdem soyunun acısını da yükselişini de hızlandırıyordu.
Bakın dünyaya; beyaz adam kuzeye yöneldi. Orada sürekli değişen dondurucu mevsimlerle, bilmediği bir doğa ve türlerle, çorak topraklarla karşılaştı. Acısı arttı ve acı onu usta bir eğitmen gibi eğitti. 40. enlemdeki acı düzeyi dünyanın en büyük güçlerinin türlerinin ve genlerinin doğum merkezi oldu. Pekin, New York, Avrupa, İstanbul tarih boyunca güç merkezleri oldular. Daha kuzeydeki acı insanı eğittiğinden daha çok eritiyordu. 40 erginlik noktasıydı dünyadaki acının da, insanın yaşının da. Kuzeye göç edip acıyla uygun ölçüde yüzleşen tür yükseldi. İlahi ruhun Âdem’de doğduğu; orta doğu ise genetik aktarım nedeniyle dinlerin güç merkezi olarak insanlık tarihindeki yerini korumaya devam etti. Diğer topraklarda böyle bir genetik miras yoktu. Ancak esamesi.
Bir gün geldi ve bilgi herkesin ulaşabileceği bir noktaya geldi. Usta DNA, keskin soyların birleşimi artık ulaşamadığı bilgi ve yeteneklere kendisini hızlıca ulaştıracak bir kanal keşfetmişti. Edinemediği deneyimlere ve derin düşünce biçimlerine kopyalanan bilgi sayesinde ulaşmaya başladı. Bilgi için yeniden ölmesine gerek yoktu. Okuması yetecekti ve izlemesi.
İnsanoğlu’nun en yüce hali, kendini yaratan sonsuz güçteki Tanrı’yı en iyi anlamaya başladığı çağdı. O insan da, onu en iyi anlayan insandı. İnsanların en üstünü en karmaşık aleti yapan değil, kendini yaratanı en iyi anlayandı. Çünkü yaratıcıya yakın olmak onu anlamakla mümkün olabilirdi. Yaratıcıyla uzlaşmak ve dost olmak makine yapmaktan çok daha değerliydi. Çünkü makinelerin efendisi oydu.
Gen türlerinin bir kısmı çıldırmışçasına dünyayı keşfetmek daha fazla cinselliğe, yiyeceğe ve hizmetçiye sahip olmak için çalışıp, soylar yoluyla ardışık olarak kendini büyütüyordu. Bir soy ise ardışık olarak dünya konusunda değil, Tanrıyı anlama ve anlatma, yeryüzünde onu yüceltme konusunda yüceliyordu. Tanrı, dünya konusunda kendini büyüten türü umursamıyordu, onun hayvandan farkı yoktu. Onu gereksiz DNA’ları yok etmek için kullandı. Yani yok edici bir tür gibi. Gereksiz ve etkisiz, ne kendine ne dünyaya faydası olmayan türleri yok eden bir sürü gibi. İşi bittiğinde onları kendisi yok edecekti. O sürü hayvandan daha da beter ve tehlikeli idi cennete benzeyen dünyası için. Zamanı geldiğinde dünyaya zarar veren o hayvan sürüsünü yok etmeliydi, aynı dinozorları yok ettiği gibi. 2 günde yarattığı dünyayı mahvetmelerine izin vermeyecekti.
Cennetin yönetimini Âdem’e verdiği gibi; olgunlaştırıp geliştirdiği yeni İnsan’a ve yardımcılarına dünyanın yönetimini verecekti ve orası maddi ve manevi Rabbin gözünde hoş bir hale gelecekti.
Sonra bir ses fısıldadı. Acı sadece ahmakların öğretmenidir. Ama yağmur yağmasa şemsiye yapacak eller gelişmezdi, soğuk çıkmasa ateş yakmak öğrenilmezdi. Bunlar kendisine faydalı olacaksa bile bir gün, insan o gün gelmeden hareket geçecek bilgeliğe sahip değildi. O ottan ve etten başka bir şey düşünemeyen bir hayvan olarak kalırdı.
Suyun içinde hızla kuyruğunu çırpan ve bir hedefe doğru ilerleyen ceninler ve nice tek hücreli canlı; lisan-ı hal ile Tanrısına ulaşmak ona benzeyerek ilahi bir hal almak için çırpınıyorlar. Bir ses onlara “bana dönüş, güçlen!” diye vahiy ediyor. Tanrı yarattığı her şeyi kendine çağırıyor. Her biri daha fazla acıya ve aynı zamanda daha çok bilgiye giden bir yola girmek için dua ediyorlar. Bazıları ise pes etmiş ve yükselme arzusunu bıraktığında şartlarına adapte olup oldukları yerde cennetin bir katmanını buluyorlar. Güzel bir hayat yaşayan bu tavşan soyu; öldükten sonra yeniden gelme hakkını yitiriyor. Çünkü gelişmeyen dönüşmeyen ve Tanrıya yükselmeyen hiçbir şey var olamaz. Neden olsun ki?
Acı çekmeden öğrenmeyi, öğrenmenin değerli olduğunu öğrendiğimizde acı çekmemize gerek kalmayacak. İnsanoğlu bu çağda bilginin değerini biliyor. Çokları acı çekmeden de öğrenmeyi seviyor. Bu nedenle başlarına gelecek acıdan kurtuluyorlar. Artık daha rahatlar, beyinleri daha çok yük kaldırabilecek kadar gelişti. Rabbin krallığını dünyada ve evrende koruyabilecek bir biçimde evrimleştiriliyorlar.
Rab olağanüstü güç ve bilgiye sahip. O, ne altın istiyor, ne yiyecek, ne de hizmetçi bedenler. O, beden ötesi ve evreni kaplayan bir ruh sesiyle ve titreşimiyle evrene şekil verebilen. Onun ağzı kalbindedir. Besini içten güzel söz ve iyi niyet taşıyan güzel iştir. O, kulağı ile doyar. Gözlerinin önünde hakkını ödeyen bilge kulunun gösterdiği saygıyla ve hayranlık gözyaşı ile susuzluğunu giderir. O isminin yüceltildiği tapınaklarda oturur. Başı ayaklarına değen adamların önünde durur. O, yaratma hakkını, kendisi hakkında doğru olanın söylenmesini ister. Bir iltifat değil, doğruyu özler. Nankörden nefret eder.
Yalnızlığı sevseydi, evreni ve sonsuz mahlûkatı yaratmazdı. O, kendini onların sözleri ve tesbihleri ile mutlu eder. Şarabı secdedir, onunla ruhu coşar. Sevgiyle diz çökenler onun aynasıdır. Kendi güzelliğinin farkındadır. O, sevdiklerine akıl alan perdeleri açar. Bedenler secde etti evet, ama ruhlar da yanmalı. Öyle ki; tüm kâinat onun adıyla sarhoş olmalı. Dönerek ve ateş saçarak ona doğru akmalı. Akıyor da yıldızlarla… Kara delik çekiyor onları.
Karanlık olmasa görünmezdi çünkü ışığın Rabbi. Her yer ışık olsaydı, bilinmezdi O’nun yeri. Kara, Işığın ruhu oldu, aydınlık onun bedeni. İkisi birden Tanrıyı anlattı kendi kendine. Işık karanlıktan beslendi, karanlık ışığa içinde yer açtı. İkisinin ahenkli dansı ile evren resmi çizildi. 1’ler ve 0’lar her şeye yön verdi. “0” değersiz değildi. Sadece sağında duracağı bir 1’e ihtiyacı vardı. Onunla on oldular, bin oldular. Karanlık ışığın sağında durdu, ona güç verdi. Rab şekil alıp kâinatı “yüzüm” diye adlandırdı.
KAN GRUPLARINA GÖRE İNSANLIĞIN EVRİMİ
Bilimsel araştırmalarda göstermektedir ki; 0rh negatif kan grubu 30 bin yıl kadar önce Afrika da ortaya çıkmıştır ve şaşırtıcı şekilde bu kan grubuna sahip insanlarda maymun geni bulunmaz. Evrimcilerin insan maymunla ortak atadan geldi teorisinin en büyük desteklerinden birisi insanla maymunlarda ortak olan genlerdir. 0-rh negatif gene sahip insanlar ise istisna taşırlar.
Kan gruplarında ki Rh ibaresi zaten Rhesus adında ki bir maymun türünün adıdır. RH pozitif maymun geni var, negatif maymun geni yok demektedir. Bilim adamları insan oğlunda bu mutasyonun nasıl ve neden ortaya çıktığını ve farklı genlerin oluştuğunu henüz bilmiyorlar.
Adem, eşleri ve soyu Aden bahçelerinde gelişmeye başladı ve uzun süreler cennet adı verilen bu mekanlarda kendilerini diğer insanlardan yalıtmış olarak yaşadılar.
Adem ve soyu işledikleri günahlar yüzünden çok uzun zamanlar boyu kaldıkları Aden’den ilah tarafından kovuldu. Soyu Mezopotamyaya yayıldı. Sahip oldukları ruhsal yapı, gen ve ilimler nedeniyle daha gelişmişlerdi. Mezopotamya’da diğer antik insanlarla birleştiler. Farklı kan grupları oluşmaya başladı.
Eğer negatif kana sahip bir kadının vücudunda pozitif kana sahip yani antik insan erkeğinden bir çocuk gelirse anne vücudu o çocuğu düşman olarak görür, adeta bir zehir olarak algılar ve öldürmeye çalışır.
Bu türden hamileliklerin çoğu bebeğin ölümü ile sonuçlanır.
0 kan grubu en eskisi ve 30.000 yıl önce çıkmış. 0 negatifte aynı zamanlarda çıkıyor.
A 20 bin yıl önce Mezopotamya’da (Adem peygamber 7000 yıl önce yaratılan, en son geliştirilen ve seçilmiş olandı, Nuh ile yeniden bir seçilim yapıldı.)
B 10 bin yıl önce Himalayalarda ve Moğollarda
AB ise 1000 yıl önce Avrupa ile Türkiye’nin birleştiği yerde ortaya çıkmış.
Çinli ve Afrikalıların neredeyse hiç RH negatif kan grubu yok.
Ülkelere göre pozitif ve negatif gruplar da dahil edildiğinde en yüksek (AB+) oranı %7,2 ile Türkiye‘de. takipçileri, israil (%7), polonya(%7), finlandiya(%7), hindistan(%6,4), estonya(%6) avusturya(%6).
Adem’e üstünlük veren şey kan grubu değildi. Kan gruplarının zamanla genetik mutasyonlarla değişmesi gelişimin ve değişimin bir parçasıdır. rab zaman zaman insanlığın genlerini değiştirerek sınamış olabilir ve bu durum kan gruplarına yansımışta olabilir.
Daha güçlü fizyolojik özelliklere sahip 0 grubu, daha zeki ve üretken olan Mezopotamyalı A grubu, daha yaratıcı ve barışçıl olan B grubu, ikisinin karışımı olan AB grubu hep etkileşimin ortaya çıkardığı güzelliklerden ibarettir.
İnsanların önemli bir kısmının maymunlarda bulunan RH genden taşıyor olması iyi midir kötü müdür bilemeyiz. Çünkü o gen maymunu tüm diğer hayvanlardan daha sağlıklı-akıllı yapan gen olabilir ve o gene sahip olmayan negatif gruptaki insanlar bu gene sahip olmayı isteyebilir. Pozitif grubun baskın ve güçlü olduğunu, negatifin çok uzun vadede dünyadan yok olma eğiliminde olduğunu düşünürsek negatif kanın uzaylılık yada üstünlük belirtisi olarak algılanmaması gerektiğini kavrarız.
Fakat şimdi dikkatini farklı ve daha ilginç bir genetik mutasyona çevirmek istiyorum.
ADEM’DEN ÖNCE Kİ CİN KRALLARI
Gılgamış herkese kök söktüren cin tanrıçaları ile ilişki yaşayan, dev boyutlu ve saldırgan bir mahluk. Engidu isimli bir erkekle ilişkisi olur ve onun kaybı kendisini çok üzer. Ölümsüzlüğün sırrını aramak için farklı diyarlara gider. Muhtemelen gizli geçiş kapısı Kudüs’te olan bir yere varır ve Nuh’u bulur. Kendisi Tufandan sonra MÖ. 2500’lerde yaşamış bir kraldı.
Kuran 17-64,65
“(Rab, İblis’e dedi ki) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.” Hâlbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez. Şüphesiz, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!”
Tablet 1-6
Büyük tanrılar Gılgamış’ı şu ölçüde yarattılar: Boyunun uzunluğu on bir endaze, göğsünün genişliği dokuz karış (7).
Caddelerde yabanıl bir boğa gibi böğürürdü. Eşsizdi. Silâhları kalkıktı. İnsanlara dirlik vermemek için eli durmazdı. Dirliksizliği yüzünden Uruk halkı gittikçe eksildi. Gılgamış, oğulu babaya bırakmaz, gece gündüz kudurup sağa sola çatardı.
Tablet 1.7-8
Cinlerle insanların birleşiminden doğan dev insanlar figürüne uyuyor.
Cinler Gılgamış’ı kontrol etmek için, bir tane daha canlı geliştiriyorlar. Bu canlı gulyabani ile koca ayak arası bir mutanta benziyor.
Ve yazıda yiğit Engidu’yu yarattı. Çamurdan yaratılan Engidu, demir gibi sertti (12). Bütün gövdesi kıllarla kapkara olmuştu. Kadın gibi uzun saçları vardı. Saçının lüleleri tıpkı buğday başağı gibi filizlenmişti. O, insan ve kent yüzü görmemişti. Üzerinde, yazının hayvanları gibi bir giysi vardı. Bu durumda ceylanlarla ot yiyor, yabanıl hayvanlarla itişe kakışa suvata (13) iniyor; suyun kalabalığıyla (14) gönlü açılıyordu. Her gün orada bir bayram kutlanır… Neşe yaratan genç oğlanların, görülmeye değer genç kızların oldukları yere: Zevk onlardadır; tam neşe içindedirler.”
Gılgamışın toplumunda fuhuş ve eşcinsellik sıradan bir durum. Gılgamış rüyasında bu adamla birlikte olmuş.
Tabletlerde kralların adları ve krallık süreleri aşağıda ki gibi belirtilmiştir.
3600 YILLIK DÖNGÜLER; ŞAR
Anunnaki kralları 3600 yıllık bir “şar” dedikleri döngülerde seçiliyordu. Bazı krallar 2 şar, bazıları 10 şar krallık yapıyordu.
Bu saltanat sürelerinin fantastik biçimde uzun oluşlarındaki en çarpıcı nokta, bunların, hiç istisnasız, hep 3.600 sayısının katları olmasıdır:
Alulim – 8 x 3.600 = 328.800
Alalgar – 10 x 3.600 = 36.000
Enmenluanna – 12 x 3.600 = 43.200
Enmengalanna – 8 x 3.600 = 28.800
Dumuzi – 10 x 3.600 = 36.000
Ensipazianna – 8 x 3.600 = 28.800
Enmenduranna – 6 x 3.600 = 21.600
Ubartatu – 5 x 3.600 = 18.000
Toplam 432 bin yıl 120 şar.
Abi göbekli tepe hakkında bilgi verir misin
Sizin hz ademin mö 5000 yında yaratılması teoriniz tutarsız ademe kuranda bir karganın ölü gömmeyi gösterdiği anlatılır bu durumda adem 5000 yılında ilk defa ölü gömen bir insan olmalı fakat bu yanlış ilk ölü gömme mö 100000 lere dayanmakta
O Kabil’dir, Adem değil. Onlar diğer insanlardan kopuk yaşayan bir topluluktu. Kabil daha önce ölen birini de görmedi.