Kuran’da Anunnakiler, Marduk, Nibiru, Enki, Enlil

  • ANUNNAKİLER, CİNLER VE DÜNYANIN ÖNCEKİ KRALLARI

Yoksa onlar, hiçbir şey yaratmayan, kendisi yaratılmış varlıkları (Baal, enlil, enki) mı (Allah’a) ortak koşuyorlar? (7/A’râf 191)

Oysa Rahman’a çocuk edinmek yaraşmaz. (Meryem 92) (Sümer’de tanrı olarak adı geçenler hep birbirinin oğlu ve kızıdır. Bu nedenle Kuran ve kutsal kitaplarla çelişirler. Manevi bir adanmışlıktan doğan “oğul” lakabı vermenin dışında hiç bir oğulluk-kızlık ifadesi dinlerde kendine yer bulamaz.)

(Oysa) bu (tapılan) varlıklar, ne onlara ne de kendilerine yardım etmeye güç yetirebilirler. (7/A’râf 192). (Gerçekten de çoğu zaman hatalar yapar, kendilerini bu zor durumlardan kurtaramaz ve aralarında çatışırlar.)

Allah’ı bırakıp da kendilerine dua ettiğiniz varlıklar, sizin gibi (Allah’a) kuldurlar. Şayet doğruysanız, çağırın da çağrınıza karşılık versinler. (7/A’râf 194) (İnsanların seslendiği Anu, Enlil, Enki gibi tüm varlıklar Allah’a muhtaçtır.)

O dua ettikleri de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile arar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılması gereken bir azaptır. (17/İsrâ 57)

125,126. “Yaratıcıların en güzelini, olan Allah’ı bırakarak “Ba’l’e (Marduk’a) mi tapıyorsunuz?” (Dikkat edilirse, “Marduk” yada “Enlil” adında bir varlık yok ki, ona neden tapıyorsunuz?” demiyor Allah. Bunu yerine Allah yaratanların en güzelidir, o doğayı kontrol işi verdiğim melekler – krallar-cinler dahi Allah’a yakın olmak arzusuyla veya azabından korkarak vesileler arar diyor. Bu melekler ve cinler insanlara Allah’ın varlığını anlatmamışlardır. Çünkü insanlara elçi olarak gelen melekler-cinler değil insan peygamberlerdir. Allah’ı anlatma işi meleklere değil insan elçilere verilmiştir. Melekler seçilmiş olan insana anlatır, insanlar da diğer insanlara. Bu nedenle bu meleklerin kendi aralarında yaşadıkları olaylarda tebliğ faaliyeti göremezsiniz.)

Cinleri yaratan (Allah) olmasına rağmen, (tutup da) cinleri Allah’a ortak kıldılar. (Bununla yetinmeyip) hiçbir bilgiye dayanmadan, Allah’a oğullar ve kızlar nispet ettiler. O (Allah), onların yakıştırdığı sıfatlardan münezzeh ve yücedir. (6/En’âm 100)

Onların tamamını (diriltip) huzuruna toplayacağı o gün (onlara şöyle seslenecek): “Ey cin topluluğu! Şüphesiz ki insanların çoğunu yoldan çıkarıp saptırdınız.” Onların insanlardan olan dostları diyecekler ki: “Rabbimiz! Birbirimizden faydalandık ve bizim için belirlediğin süreye ulaştık.” (Allah) diyecek ki: “Allah’ın dilemesi hariç, ateş sizin ebedî olarak barınacağınız yerdir.” Şüphesiz Rabbin (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm, (her şeyi bilen) Alîm’dir. (6/En’âm 128)

O gün onların hepsini bir araya toplar sonra meleklere: “Bunlar size mi tapıyorlardı?” der. Melekler, ‘tenzih ederiz seni’ derler, ‘sensin bizim sahibimiz ve yardımcımız, onlar değil.’ Hayır, onlar, cinlere kulluk ediyorlardı, çoğu, onlara inanıyordu. (Sebe 40-41)

Bu melekler ve cinler de hata yaparlar. Kuran’da insan halife kılınacak olunca isyan noktasına geldiklerini görüyoruz. Yada “melei-âlâ” denen yüce melekler konseyinde kendi aralarında tartışmaya tutuştuklarını… Şüphe yok ki aklı olan her varlık hata yapar. Asıl hatasız olan ya akıl verilmemiş çakıl taşları yada mutlak aklın sahibi sonsuz yaratıcıdır. Bunların dışındaki tüm varlıklarda akıl ve ilim eksiktir ve hepsi de hata yapar. Bir varlıkta akıl ve ilim tam olsa zaten ilah o olurdu. Ancak İlah TEK’tir ve Rab kullarını hatalarıyla da sevip affedebilir. Yeter ki kendinin yaratılmış ve Allah’a muhtaç olduğunun bilincinde olsun, hakkı kabul ve idrak etsin. Onun hata yaparak kendisine zulmetmesine giden yollar kapatılacaktır. İnsanın emaneti yüklenmesi neredeyse tüm insan soyunun acı çekmesine ve çoğunun cehenneme gitmesine neden oldu. Çünkü insan emanetin sonuçlarını idrak edemeyecek düzeyde cahil ve zalimdi.

Sümer yazıtlarında bir meleğin insanı eliyle yoğurup yarattığına dair yazılar okuyabilirsiniz. Kuran’da Allah “biz insanı yarattık” diyerek anlatır yada “Rahman iki eliyle insanı yarattı” der. Yaratılmışların var ettikleri şeyleri de Allah üstlenir ve “onları da ben yaratıyorum” der. (Bkz. Kuran, ellerinizle yaptıklarınızı da Allah yaratmaktadır” ayeti) Hatta Hz Muhammed ile Hz Hatice’nin evlenmesi konusunda aracı olan Hz. Hatice’nin cariyesi iken, Allah “bunu biz yaptık” der. Yani Allah, olmasını murat ettiği işleri ister insanlara, ister krallara ve meleklere yaptırır ve sonra da “bunu ben yaptım” yada “biz yaptık” diyerek anlatır.

Tevrat’ta yada İdris peygamberin kitabında, yada Sümer kitabelerinde “Tanrılar” yazan her yeri “Melekler” yada “Elçiler” olarak okuyun. O zaman çok daha anlaşılır olacaktır. İnsanlar bu kitaplardaki kavramlar konusunda zamanla yaşanan anlam kayması nedeniyle şaşkınlığa düştüler de İsa’yı taşladılar;

Yuhanna 10:

 31 Yahudi yetkililer O’nu taşlamak için yerden yine taş aldılar. 32 İsa onlara, “Size Baba’dan kaynaklanan birçok iyi işler gösterdim” dedi. “Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz?”
33 Şöyle yanıt verdiler: “Seni iyi işlerden ötürü değil, küfrettiğin için taşlıyoruz. İnsan olduğun halde Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun.”
34 İsa şu karşılığı verdi: “Yasanızda, ‘Siz ilahlarsınız, dedim’ diye yazılı değil mi? 35 Tanrı, kendilerine sözünü gönderdiği kimseleri ilahlar (elohim) diye adlandırır. Kutsal Yazı da geçerliliğini yitirmez

“İlahlar” sözünün İbranice’deki karşılığı “Elohim”dir. “Eli” kelimesinin çoğuludur. Yazının ilerleyen kısımlarında göreceksiniz ki tüm diller Sümerce-Türkçe dillerinin dağılması ile oluşmuştur. (Tüm dinler ilk zamanlarda Adem soyunun tek bir dil konuştuğunu söyler.) Adem de Anadolu’da ve daha sonra da güneye kovulmuş bir insan olarak Anadolu ve Mezopotamya dilini; Kengerce (Sümerce) konuşur.

“Eli” kelimesi de EL’den doğmuştur. Rabbin, Allah’ın eli, ve elleri meleklerdir. “ME” Sümer’de “kutsal düşünceden doğan yasalar, düşünüş” demektir. “Mit”, “Mind”, “Mantra” gibi kelimelerle dünyaya yayılmıştır. “Me-El-ki”, İlahi düşüncenin (ME), eli (El), toprakta (Ki) doğada demektir.

Malik-Melik ise (sahip olan, düşüncesiyle ve yasalarla yöneten El …ülkeyi ve toprağı) “Kral” demektir.

Allah’ın özel adı Yehovah’dır. Ancak bu ismin gereksiz tekrarı Rabbi kızdırdığı ve onu rahatsız ettiği için sonuna harfler eklenerek yada asıl yazılışından farklı şekilde yazılır. (Ben de öyle yaptım) Kuran’da bu isim doğrudan geçmez. Melekler konseyi tarafından okunan Kuran Allah kelimesini Yevovah’ın sıfatı olarak kullanırlar. El-İlah, “İlla (tek, sadece) İlah” manasında türetilmiş bir kelimedir.

HZ. İBRAHİM’İN VE YAKUP’UN MELEĞE “TANRIM” DEMESİ

Tevrat’ta ve Kuran’daki anlatıma göre; Hz. İbrahim’in yanına 3 insan suretinde melek gelir. İbrahim as. onların kim olduğunu anlar ve içlerinden birine “Rabbim, ilahım” diye seslenerek konuşmaya başlar. Gittiği yerde kullarına acımasını ister. Kuran’da bu kişilerin aslında büyük melekler olduğu anlatılır. Ama Rabbin ruhuyla dolu olduğu için o melek Allah adına oradadır ve söylenen sözleri onun kulağı ile dinleyip cevap vermektedir. Aynı şekilde Yakup as. güreştiği insan suretindeki kişiye “Rabbim” der. “Tanrı ile güreştim” der. Ama Tevrat’ın ilerleyen bölümlerinde onun bir melek olduğu yazılıdır. Yani anlıyoruz ki, kimsenin bakamayacağı, Hz Musa’nın görmek isteyip göremediği mutlak ilahımız, meleklerin içlerine kendi ruhunu koyarak göndermekte ve onlar aracılığı ile konuşmakta, işlerini yapmaktadır. Hatta kimi zaman dini olmayan varlıklar aracılığı ile de içlerine güdü ve arzular vererek işlerini yaptırır ki tüm doğayı zaten böyle yönetir.

Son bir uyarı; tarihi kitabelerdeki her bilgiye güvenmeyin. Aynı Mısır firavunlarının yaptıkları gibi tarihi yada dini kavramları kendilerini yüceltmek için manipüle ettikleri de olmuştur. Örneğin Sümer’de kainatı yaratan melek başkayken, onları işgal eden Asurlar bunu değiştirip kendi tanrılarını ona eklerler. İşgaller devam ettikçe hakim gücün tanrısı bir öncekinin yerini alır ve bunun için bir hikaye uydurulur. Hangi hikayenin doğru, hangisinin yalan olduğunu sadece Allah bilebilir. Bu nedenle sonuçta insan olan ve güvenilirliği doğrulanmamış bu yazıtların birer rivayet olduklarını ve çelişkili durumlarını düşünerek hareket etmelidir.

Mucizeleriyle kendini kanıtlamış olan Kuran ve onun tasdik ettiği Tevrat ve İncil ve diğer atıf yapılan kutsal kitaplar kabulümüzdür.

İNANÇ EVRİMİ

Sümer tarihini incelediğimizde başlangıcında daima tek tanrı ile başladığını görürüz;

SU-İL-LA METNİ ‘ nde (el kaldırma);
“1-2 Efendi, tanrıların üstünü ki gökte ve yerde onun tekliği büyüktür. Yalnız o büyüktür.
32 -Tanrıları ve insanı yaratan baba, yerlerini (oturdukları yerleri) çatan (kuran) kurban ekmeğini saptayan,
34- Krallığı (krallıkları) çağıran (tayin eden) asa veren, mukadderatı uzun günlere kadar tayin eden,
36-37- Ta içine hiçbir tanrının giremeyeceği (nüfuz edemeyeceği) en önde gelen, en üstün,
38-39- Binek ‘ine, akranlarının tanrısının yolunu açan, dizleri yorulmayan,
40-42- Göğün temelinden (dibinden), göğün sonuna kadar (ışık olarak) devamlı gidip gelen, göğün kapısını açan
41-43- Bütün insanlara nur koyan,
44-45- Her şeyi meydana getiren baba, bütün canlılara bakan devamlı arayan
46-47- Göğün ve yerin hükümlerini tespit eden ki, onun emrini hiç kimse değiştiremez.
48-50- Ateş ve suyu tutan, canlılara önderlik eden,
49-51- Hangi Tanrı sana eş olabilir
52-53- Gökte kim büyüktür, sen! Yalnız sen büyüksün, senin tekliğin uludur. ”

Su il la metninde; Tahtı göklerde olan ve yeryüzüne gidip gelen eşsiz bir tek tanrıdan bahsedildiğini görmekteyiz. Bazı metinlerde sonsuzluk denizi temsil eden ve yine eşe sahip olmayan “Nammu” isimli bir tanrıçanın izlerine rastlarız. O, Enki ve Enlil gibi melekleri harekete geçirerek yaratıma ilişkin emirleri vermektedir. Anlaşılan odur ki; Sümer’lerin inanç evrimi tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa doğru bir geçiş izlemiştir. Bunun kesin ve tartışılmaz nedeni olarak da Sümer şehirlerini işgal eden milletlerin kendi tanrılarını hatta krallarını Sümer halkına dikte ettirme ve sentezleme çabası olduğunu görmekteyiz. En bariz örneği Asur işgalinden sonra Asur Tanrısı Marduk baş tanrı olur. Daha sonra Asur ve Nemrut insan krallar olarak ilahlıklarını ilan ederler.

Asur zamanında yaşayan Hz İbrahim’in Nemrut’la olan konuşmaları ve onların inandıkları ata tanrıların putlarına karşı savaşının hikayeleri kutsal kitaplarımıza girmiştir.

Öyle görünüyor ki; “An’a’dolu”da ve “An-Guru”da tecelli eden “Rahm-an” tek, eşsiz ve çocuksuz aşkın mutlak ilah olarak yeryüzünde Adem’i yaratmış, Anadolu’yu, Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Dicle’nin kaynağı olan toprakları cennete çevirmiştir. Ona hizmet eden melekler ve özellikle baş melekler Mikail ve Cebrail ile ilgili anlatımlar ve doğayı kontrol ederken onları gören Adem ve soyundan aktarılan hikayeler zamanla değiştirilmiştir. Adem soyundan önceki insan türleri cinlerin kontrolündeydi ve cinler insandan üstün olduklarına inanıyor ve insana yeryüzünün hilafetinin verilmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Cinlere tapan güneydeki diğer insanlarla karışan Adem soyunun anlattığı hikayeler, onların cinlere tapınımını tarif eden dinlerinin içine karışıp AN; ENLİL; ENKİ olarak hayat buldu. Yunan mitlerinde yeniden bu hikayeler biraz değiştirilip farklı isimlerle aynı konular anlatıldı.

Madem Sümer dini, göçler, etkileşim, işgaller, siyaset ve baskılarla sürekli değiştirilmiştir, orada yazan hikayelerin doğruluğuna inanamayız. Peki kutsal kitaplardaki bazı benzerlikler nasıl açıklanabilir? İzah edelim;

KÖKEN

Anunnakiler; “gözcü” adı verilen cinler Anadolu’da yaşıyorlardı ve cennet de buradaydı. Kanıtlarım şöyledir;

a) Ankara’nın adı eskiden “Engürü” idi. Tarihsel kayıtlarda bu açıkça görülmektedir. Angora tiftik keçisi de Nallıhan ve Beypazarı’nda yetişiyordu ve yünü Avrupa’ya en büyük ihracat kalemlerinden biriydi. Engürü, Sümer’deki Enki tapınağının adıdır.

b) Sümer kitabelerinde, halkın kuzey ve kuzeydoğudan gelerek Mezopotamya’ya ulaştığı açıkça yazar. (Bkz. Lidungurra kitabeleri) Bu durumda, halk eski inançlarını ve medeniyetlerini bu bölgeye getirmiş ve eğer varsa buradaki bölge halkının çok tanrılı inançları ile sentezlemiştir. Yani cennete, yaratıma ilişkin hikayeler ve kişilikler orada saygı duyulan yerel tanrılarla özdeşleştirilmiş ve birbirine kaynaşmış olmalıdır. (İnançların birbirine karışması tüm çağlarda ve hatta günümüzde bile devam edegelen bir yozlaşma sürecidir. İki toplum karışınca inançları da karışır) Bu durumda Sümerlerin kutsal kelimelerini ve tapınaklarını Anadolu ve Hazar denizi çevresinden güneye indirdiği ve burada geliştirdiğini söyleyebiliriz.

c) Sümer’deki hikayeler ve meleklerin yaptıkları kısmen gerçeklerden doğduğu için, kutsal kitaplardaki hikayelere benzeşim gösterirler. Ankara ve çevresi dünyanın ve kıtaların kanıtlanmış coğrafi merkezi olduğundan (karasal ağırlık merkezi bkz. google ve wikipedia) dünyanın yönetimini üstlenen meleklerin de buraya yayılması normaldir ve ayrıca mucizevi bir durumdur. Çünkü ancak yüksek bilgi ve ilahi güçle desteklenen varlıklar dünyanın merkezini tespit edebilirler.

d) Sümerce’de yüzden fazla çok kullanılan temel kelime doğrudan eski Türkçe ile ilişkilidir. Sümerlerin yünlü ve özel giyinişi ve fiziksel özellikleri Türk adetlerinin devamı gibidir ve bölgedeki diğer milletlerden ayrılırlar.

e) Sümerler kendilerine “Kenger’ler” demektedir. Kenger’ler bugün dahi pek çok Türk boyunun adıdır. Anlaşılan odur ki bazı Türk boyları iklim değişikliği yada farklı gerekçelerle güneye göç etmiştir.

f) Türklerin en eski ve bilinen Tanrısı AN’dır. Kayra Han’ı var eden gizli bir sonsuz güç vardır. Rabbin tecellisi olan varlıklara “HAN” denir. “HU-An”; “O an” yada “An’ın nefesi, nefes üflediği” manalarına gelebilir.

g) Anadolu – Anatolia bölgesinin tarihteki ve günümüzdeki adıdır. An’a tolia

h) Eski ilahi metinlerden olan Adem’in kitabında yine cennetten çıkış yeri olarak önce doğuya sonra aşağıya – güneye gidildiği yazar. Ankara-Adana (Aden’e) bölgesinin doğusu Fırat ve Dicle’nin yoludur ve güneyde Sümer’in zamanla yerleştiği bölgedir. Burada yazabilen ilk soy ortaya çıkmıştır. “Âdem ve Havva’nın hayatının öyküsü, Tanrı tarafından Musa’ya, Ahit’in yasalarının yazılı olduğu tabletler verilirken bildirilmiştir.61 1. (1-2) Bu Âdem ve Havva’nın öyküsüdür. Onlar, cennetin dışına çıktıktan sonra, Âdem, karısını aldı ve doğuya, aşağıya doğru indiler. Ve orada 18 yıl 2 ay oturdular. (3) Ve Havva hamile kaldı ve iki oğul doğurdu; Cain (Kabil) denilen Diaphotos ve Abel (Habil) denilen Amilabes 62. “

i) Allah Nallahan ilçesinin dağlarını Adem’in yaratımını, ruhu temsil eden kuşu ve meleklerin konuşmasını içeren resmi işlemiştir. Bu olayın kutsal kitaptaki benzeri şöyledir;

Ve Havva, kalktı ve yüzünü ellerinin arasına koydu ve melekler ona dediler ki: “Kendini yeryüzüne ait olan her şeyden uzaklaştır.” (2) Ve Havva, gözünü göklere dikti ve ışık saçan dört kartal tarafından çekilen ışığın iki tekerlekli savaş arabasının (chariot) geldiğini gördü. O Kartallar ki onların ihtişamından söz etmek ya da onların yüzlerini görmek rahimden doğan herhangi bir kimse için imkânsızdır. Ve melekler iki tekerlekli savaş arabasının önünde gidiyorlardı.

“Onu affet, Ey hepimizin Babası, çünkü o senin suretindir.” Sonra çocuğum Şit, bu ne olacak? O, bizim görünmeyen Babamız ve Tanrımızın ellerine ne zaman verilmiş olacak,? (4) (Adem. As.’ın kutsal kitabı) Burada görüyoruz ki; cennette görüp konuştukları ve kendi suretinden yarattığı kişiye “tanrımız” diye hitap ederken; göklerin üzerindeki kişiye ise “görünmeyen tanrımız” demektedirler. Daha önce pek çok yazımda ifade ettiğim bu hususu, bu kutsal kitapta görmekten mutlu oldum. Kuran şöyle der “O görünen ve görünmeyendir.”  Görünen hali Rahman’dır. İnsan suretindedir. Görünmeyen hali ise gizlidir ve yüzüne kimse bakamaz.

j) Ve Havva, Dicle nehrine yürüdü ve Âdem’in ona söylediği gibi yaptı. Aynı şekilde Âdem de Ürdün nehrine yürüdü ve boğazına kadar suyun içinde bir taşın üzerine oturdu. (Adem. as. kitabı) (Buradaki ifade Adana’dan doğuda olan Dicle ve Güney’de olan Ürdün (eski adıyla Erden) nehrini tarif eder.  (Onlar, cennetin dışına çıktıktan sonra, Âdem, karısını aldı ve doğuya, aşağıya doğru indiler) sözünü yeniden doğrular.

k) Türklerin Anadolu’daki varlığı 12 bin yıl önceye uzanmaktadır. Bunu Türkiye’nin pek çok yerindeki kurgan mezarlarından ve duvar yazıları ve resimlerinden anlamaktayız. Türkler, Anadolu’dan Türkmenistan’a kadar uzun bir coğrafyada kültürel varlığını yaşatmaktaydı. Din, bilim ve ziraat aslında Sümer’den önce başlamıştı. Anadolu’nun güneyindeki Göbeklitepe; bu bölgenin çevresinde yaşayan ve tarım yapan insanların varlığını göstermektedir.

Türkmenistan Karakum’daki kerpiçle inşa edilmiş olan devasa kentler Sümerlerden daha önceki tarihlerde ataları tarafından inşa edilmişti.
Mö 8000 yıllarında orta Asya’da “Samara kültürü” olarak adlandırılan uygarlıkla Sümerlerin ataları at’ı ehlileştirerek evcilleştirmişlerdi. Torunları Sümerler ise Mezopotamya’da evcilleşen hayvanlara koştukları arabaların yürümesini sağlayan tekerleği bulan insanlar olarak tarihe geçiyorlardı.

Lakin yine Sümerlerin göç ettiği ANU uygarlığındaki kazılarda tekerlekli araba minyatürleri bulunmuştu.

Sümerlerden önce Anu’da oluşan muhteşem uygarlık hakkında verilen bilgiler aslında yeni değildir, bizler yeni yeni bu bilgelere ulaşıyoruz.
Amerikalı jeolog ve arkeolog prof.Raphael Pumpelley (1837-1923). Türkistan´da ilki 1864-1865 yıllarında Aşkabat kentine 5 km uzaklıktaki tarihi Anu kentinin iki kurganını kazmıştı. Kazı sonuçlarını “exploration in Turkestan” kitabında yayınlayan Punpelley, kitabında Türkistan´daki buğday ziraatının MÖ 8.000, hayvanların ehlileştrilmesini MÖ. 6.800-8.000 tarihlerinde olduğunu belirtmektedir. Kitapta Anu’nun insanlık için önemi belirtilirken aynen söylenen: “Başlangıcı yer kürenin derinliklerine gömülü olan ve tepesinde iskeletler bulunan Türkistan Anu uygarlığının bu uzun geçmiş kültürüne baktığımız zaman Mezopotamya ve Mısır kültürlerinden daha eski bir çağda 2.000 yıl devam etmiş olan bir uygarlık ile karşılaşmış oluruz. Daha başlangıçta evli barklı bir köy hayatı görünüyor, kadınlar iplik büküyor, dokuma yapıyor, ekip biçiyor, buğdayı, arpayı değirmen taşında öğütmeyi, fırınlarda ekmek pişirmeyi biliyorlardı, çömlekçilik sanatkarları kaplara şekiller veriyor, ıslak killerden kapların etrafına yer yer halkalar yapıyor, uzak zamanlardan miras kalan boyalarla üzerlerine şekiller çiziyorlardı, at’ın insan kontrolü altına alınmasının başlangıcını burada görüyorum”.(R. Pumpelley, Expploratins in Turkestan , t-1, p-49).

Hz İbrahim’in 3 eşi olmuştur. Sara, Hacer ve Kantura. Kantura hadislerde ve pek çok tarihi kaynakta Türklerin bir boyu olarak gösterilir. Allah İbrahim’i ve soyunu kutsadığını ve onları büyük bir millet yapacağını söylemiştir. İshak’tan sayısız peygamber çıkmış, İsmail’den Hz Muhammed çıkmış, ama Kantura soyundan bilinen bir peygamber henüz çıkmamıştır. Allah resulü Hz Mehdi’nin geleceği yerin Horasan tarafından çıkacak bir ordu olacağını söylemiştir. Bu durumda Mehdi’nin Kantura soyundan çıkacağını söylemek zor değildir. Hatta o tüm bu soyların birleşimi de olabilir. En iyisini Allah bilir.

Sümer’deki din; Tek, eşsiz ve çocuksuz olan mutlak Tanrı Anu dininin, cinlere tapan Mezopotamya halkının dini inançları ile birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Sümer halkı kuzeyden gelen, Adem ve Rahman arasında geçen gerçek olayları kendi cinni tanrıları ile tanımlama ve bir soy bağı kurma, onlar için de ilahi katmanda bir yer oluşturma yoluna gitmiştir. Çünkü bir toplumun anne-baba dininden uzaklaşması mümkün değildir. İkisini de doğru kabul ederek sentezlemek toplum vicdanında en rahat yöntem olarak görünmektedir.

Enki’nin (sözde) Tanrı olarak yükselişte olduğu tarihsel dönemlerde Fırat ve Dicle’nin onun sırtından doğduğu resmedilmiş ve ruh kuşunun sahibi olarak çizilmiştir. Bu, Tevrat’ta Rahman’ın cenneti ve özelliğidir. Ancak Sümer’de krallar ve dini yapı değiştikçe Enki’nin yerini farklı isimler alır. Adem’den gelen asıl din bozulur. Allah/Yahve/Rahman gibi mutlak İlah’ın kendi için kullandığı isimler gider yerine cinlerin isimleri ve şekilleri anılmaya başlar.

Adem onların giyimini tarif etmiştir. Onlar külah üzerine sarılmış sarık takarlardı. Bu âdet Hz Muhammed as. zamanına kadar geldi. O bir hadiste; “Külah sarmak Arapların şerefidir, külahı bırakınca onların da şerefi gider” . Gerçekten de Araplar beyaz başörtü üzerine geçen ince halkaya döndüler ve dünyada hor görülen bir millet olarak sürekli itildiler.

SÜMER’DEKİ CİNLERİ TANIYALIM

Sümer’de 3 büyük Tanrı vardır. (Sözde) Anu, Enlil ve Enki.

“… Toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmaya başladı ve onların kızları doğduğu zaman Elohim’in (İsa’nın İncil’deki tanımına ve diğer Tevrat ayetlerine göre elçi ve önde gelen meleklerin – cinlerin) oğulları, adam kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar… Allah oğulları, insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra yeryüzünde Nefilim vardı, bunlar eski zamandan zorbalar, şöhretli adamlardı.” sözleri yer almaktadır (Tevrat Tekvin, 6/1-4)

Gerçekten de Tevrat’ta anlatılan bu olay Sümer tarihinde ve hatta Yunan tarihinde kendini gösterir. Gökten inen süper güçlere sahip varlıklar insan kadınları ile birleşmiş ve kaçırma-tecavüz olayları mitolojinin temeli haline gelmiştir.

Enlil’in tecavüzü ve kovularak öldürülmesi;

‘‘Tanrı Enlil, Tanrıların başı olduğu halde, evlenmeden önce karısını aldatarak zorla tecavüz ettiği için Tanrılar meclisince yeraltı dünyasına sürülmüş. Tanrıça Nippur’un güzel kızı Tanrıça Ninlil’e tanrı Enlil tecavüz eder. Bu olaya kızan Tanrılar Meclisi Enlil’i yakalayaıak şöyle derler: “Enlil ahlaksızın biri, defol şehirden.” Böylece Tanrı Enlil yer altı dünyasına gönderilir. Ninlil de arkasından gider. O arada Ay Tanrısına gebe kalır. Birçok olaydan sonra ancak yeryüzüne çıkarlar. (Samuel Noah Kruner, Tarih Sümer’de Başlar, s.70-72.)’’ Bu mitolojik anlatım hukukta da yansımasını bulur. Musevilikten 700 yıl önce yaşayan Hammurabi’nin yasalarında yine tecavüz edenin öldürülmesi vardır.

Recmedilmiş, kovulup uzaklaştırılmış şeytanın şerrinden sana sığınırım. (Euzu besmelenin manası budur. Enlil Sümer’de tüm insanların (Nuh da dahil) yok edilmesini isteyen baş tanrı olarak tarif edilir.)  

Benzeri bir durum Enki içinde gerçek olur;

Uttudokuma ile ilişkilendirilen antik bir Sümer tanrıçasıdır.[1] İsmini yazarken kullanılan çivi yazısı sembolü, Sümercede “örümcek” kelimesini yazmak için de kullanılmıştır[1] ve Uttu’nun muhtemelen ağ ören bir örümcek olarak tasavvur edildiğini belirtilmiştir.[1] Esasen Enki ve Ninsikila mitinde görünür ve bu mite göre Uttu, ördüğü ağın içine girerek babası Enki’nin cinsel yönden asılmasına karşı gelir fakat Enki, Uttu’yu ona taze ürünlerden bir hediye getirmeye ve onunla evlenmeye ikna eder. Enki daha sonra Uttu’yu birayla sarhoş eder ve ona tecavüz eder. Uttu, Enki’nin karısı Ninhursag tarafından kurtarılır ve Ninhursag, Uttu’nun vajinasından Enki’nin spermini alıp toprağa ekerek sekiz yeni bitkinin büyümesini sağlar.

  • Kadim Yunan inancında Zeus pek çok tanrısal varlığın yanı sıra kadına da tecavüz etmiştir. Zeus’un en sık estetize edilen tecavüzü Leda ile olanıdır. Leda’nın tecavüz sırasında bir hayli mutlu betimlenmesi ile tecavüz meşrulaştırılmaya çalışılmıştır, denebilir. Batı uygarlığı bu tecavüzleri, aşk öyküleri olarak sunmuştur. Antik Yunan kültürü tecavüz kültürünün öncülerindendir.

Sümer’de ve Sümer’in birer kopyası sayılan Yunan mitolojisinde sözde tanrıların tecavüz vakaları, zulüm, şiddet, aile içi ilişkiler, zalimce işkenceler, ihanetler ardı arkası kesilemeyen bir dizi gibidir. Bunları tümü kutsallıktan uzak lanetlenmeye layık hayvanlar gibidirler.

Enki, An, Enlil, Uttu hayvan suretlerine girebilen veya kimi zaman orjinalinde hayvan görünümünde olan ilahlar olarak tarif edilmiştir. Bu onların gerçekte bir cin olduğu tanımına uymaktadır. Bilindiği üzere özellikle kötü cinler mana aleminde dahi vahşi hayvanlar ve yılan suretinde görülmektedir.

Sümer panteonunda herkes birbirinin oğlu yada kızıdır. İlk yaratılanların hepsinin de “Apsu” adlı sonsuz bir denizden doğduğu ifade edilir. Sümer’de anlatılan hikayeler kutsal kitaplardakilerle büyük benzeşim gösterir. Bu durum nasıl açıklanabilir. Büyük bir toplum, zaafları olan bu varlıklara nasıl tapabildi ve onları ilah seviyesine çıkardı?

Allah, önceden gelen kitapları kabul ettiğini ve ilk insandan bu yana dini insanlığa tebliğ ettiğini bildirmektedir. Bununla birlikte ilk medeni insan olan Adem ve onun arkasından gelecek olan topluma yazıyı, terziliği, şehirleşmeyi ve tarımı öğrettiği de tüm kutsal kitaplarda yazılıdır. Dünya tarihinde ilk yazı yazabilen, ilk şehirleşen ve gelişmiş tarım ve sınai faaliyetlerle diğer topluluklardan üstün hale gelen millet Sümerler olarak bilinmektedir. (Gerçekte Anadolu ve Hazar Denizi civarında yaşayan, yazı yazmayan ama tarım, çobanlık, at ehlileştirme ve dokumacılık yapan proto Türk halklar vardı)

Bu toplum yazı yazmayı bildiği ve yazdıkları kil tabletlerin önemli bir kısmı günümüze sağlam şekilde ulaştığı için kutsal kitaplarda kendilerine bu medeniyeti verenler hakkında detaylı bilgi yer alması gereklidir. Gerçekten de tabletler incelendiğinde tüm toplumun “tanrılar” adını verdiği bir panteona hizmet ettiklerini ve onlarda var olan olağanüstü güçlerden bahsettikleri görülür.

Elbette Tanrı / İlah birdir. Ancak eski medeniyetler; Rabbin yeryüzündeki işlerinin idarecisi olarak gördükleri bu varlıklara “Elohim / Tanrılar” derdi. Ancak hepsinin var edici ve üzerinde bir mutlak baş tanrı olduğunu da kabul ederlerdi. Bu inanç biçimi tek tanrılı günümüz dinlerindeki anlayıştan çok uzak değildir. Onlar sadece bizlerin melekler dediği varlıklara “Tanrı” diyorlardı. Ancak zamanla toplumlar hepsinin hakimi, yaratıcısı ve idarecisi olan mutlak hükümdarın varlığı düşüncesinden uzaklaşarak hepsini birbiri ile yakın güçlerde ve çekişip duran tanrılar olarak görüp “mutlak tanrıyı” tanımaz oldular. Yada ona eş koşuyor ve değerini küçültmüş oluyorlardı. Kelime zamanla anlam değişimine uğradı.

Sümer ve günümüz dinleri aynı Tanrı’dan bahsediyorlardı. Bunu görmek için öncelikle kelime analizleriyle, sonra da kutsal kitaplar ve tarihsel veriler ışığında analiz metoduyla ilerleyeceğiz.

 

SÜMERDE (MANEN) İLAHİ SOY / TANRILAR (MELEKLER) PANTEONU YADA MELE-İ ALA

İslam dininde doğayı veya evreni idare eden komisyona ilişkin önemli veriler vardır. Hatta Kuran’ı bu komisyonun indirdiği açıkça Kuran’da yazılıdır. Tümünü incelediğimizde Kuran’ın bu yüce komisyona ilişkin yaklaşımını daha iyi anlayabiliriz.

Meselâ mele-i a‘lâ’dan saf, üstün nefislere ilimlerin nurlarını aktaran bir kaynak (Gazzâlî, s. 65, 85), ayrıca Allah ile kulları arasında sefirlik görevi yapan faziletli meleklere ve mukarrebûn meleklerine ait olan, içinde kazâ ve şeriatların kararlaştırıldığı meclis şeklinde de söz edilmiştir (Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, I, 59-61).

Mele-i a‘lâ (el-meleü’l-a‘lâ) terkibindeki mele’ kelimesi sözlükte “bir görüş ve düşünce etrafında birleşen topluluk” anlamına gelir. Bazı tefsir kaynaklarında kelimenin hem mutlak olarak “cemaat” hem de “şeref ve itibar sahibi topluluk” mânasında kullanıldığı belirtilir (Mâtürîdî, XII, 125). A‘lâ ise “çok yüce, çok şerefli” demektir. Mele-i a‘lâ tamlaması Kur’an’da iki yerde geçer (es-Sâffât 37/8; Sâd 38/69), ayrıca bu tamlamaya hadislerde de rastlanır (Müsned, I, 368; IV, 66; V, 243, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 38; Dârimî, “Rüʾyâ”, 12) ve “melekler” yahut “mukarreb melekler” şeklinde açıklanır (İbn Receb, s. 24). ( İslam Ansiklopedisi )

Muaz İbni Cebel (RadıyAllahu Anh) dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

Geceleyin kalkıp abdest aldım ve bana takdir edildiği (nasibim olduğu) kadar namaz kıldım. Derken namazda uyuklamaya başladım o derece ki ağırlaştım (ağır uyku bastırdı). Bir de Ulu ve Yüce olan Rabbimi en güzel surette gördüm.” (Kuran’da en güzel suretin insanın yaratıldığı suret olduğu yazılıdır)

(Tirmizî, Tefsir:39, No:3235, 5/368, Ahmed İbni Hanbel, Müsned, No:16621, 5/584, Âcûrî, eş-Şerî’a, No:1009, Sh.397, Hakim el-Müstedrek, No:1912-13, 1/702, Hatîb, Tarih-u Bağdâd, No:4253, 8/146, İbni Huzeyme, et-Tevhîd, No:321, 2/542, Ebu Ya’lâ, Müsned, No:2608, 4/475, Darimî, Ru’yâ:12, No:2073, 1/567, Hatîb-i Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, No:725,26,1/230)

17 – İbni Abbas (RadıyAllahu Anhuma) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem):

“Ben Rabbim Tealâ’yı, üzerinde kırmızı bir elbise bulunan, tüysüz bir genç suretinde gördüm.” (İslam Alimleri rüyada Allah’ı görmenin mümkün olduğu konusunda ittifak halindedir)

(Hatîb, Tarih-u Bağdad, No:5924, u/214) buyurmuştur

Bu kardeşiniz de rüyasında Allah’u Teala’yı bir çok kereler görmüştür. O Yüce Rabbimizin sureti “tüysüz (saçsız ve sakalsız) orta yaşlı bir insan suretindeydi”. Bir keresinde bedeni kainat yanında zerre kalacak kadar büyük ve ışıktan, diğer bir seferinde ise normal insan boyunda ve görünümünde, bir diğer seferde ise yüzü tamamen gizli idi. Ayrıca onu ruh, bulut ve bir çok başka şekilde de gördüm.

Sad; 67 – 70:
67- De ki: “ Büyük bir haberdir o.
68- Yüz çevirip duruyorsunuz ondan.
69- Tartışıp durdukları Mele-i A’lâ’ya dair benim hiç bir bilgim yoktu.
70- Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum için vahyediliyor.”

Saffat suresi ilk on ayeti okunduğunda :

…O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir, bütün doğuların da Rabbidir. Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir ziynetle, yıldızlarla süsledik. Onu her inatçı şeytandan koruduk. Onlar Mele-i Ala’yı dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar. Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder…

Bu ayette yakın göğün kevkeblerle (gök evleri), gezegenler, üstünde yaşanabilir soğuk gök cisimleri ile süslendiğinden bahsedilmektedir. (Ayette “necm” kelimesi yani yıldız yerine “kevkeb” kullanılmıştır). Sümer’den bu yana gökte yıldızların aksine yakın yörüngede hareket eden gök cisimlerinde idareci meleklerin oturduğu bildirilmiştir. İslam literatüründe her gezegenin yüzdüğü yörünge alanı göğün bir katmanı olarak tarif edilmiştir. Bu katmanın sorumlu melekleri yada peygamberlerden o gök katının maliki olmuş (melikleşmiş) kimselerin varlığı miraç hadislerinde uzun uzun anlatılmaktadır.

Kuran bazı meleklerin Allah’ın temsilcisi ve tecelliyatı olarak kullara göründüğünü ve Allah’ın dilinden konuşarak kendisine verilen görevi yerine getirdiğini anlatır. Tevrat’ta Hz Yakup ile bir meleğin güreştiğini ve sonunda “ben Rabbinim” dediği yazılıdır. Yine Tevrat’ta Hz İbrahim yanına gelen 3 meleğe de Rabbi gibi davranıp konuşur. Kuran’da ise bu gelenlerin melekler olduğu yazılıdır. Ama İbrahim peygamberin onlara ilahlarmışçasına olan konuşmaları eleştirilmez.

Tevrat yine şöyle der; “Yüzümü gören yaşayamaz.” Nitekim Hz Musa Rabbi gerçek suretiyle asıl zatını görmek istediğinde onu daha göremeden bayılmıştır. Kuran ise; “Nereye dönseniz Allah’ın yüzü oradadır” diyerek Rabbin sonsuz mekan ve güç sahibi olduğunu, her yerde bulunuşuna dikkat çeker. Bu durumda Rab; kullarına zarar vermeden ve onları yok etmeden görünmek istediğinde bir meleğinin içine ruhunu koyarak gönderir. O melek de Rabbin işlerini, belirlenen zaman dilimi ve alanla sınırlı olarak yerine getirir. Melek bu sırada Tanrıymışçasına konuşabilir.

Rüyamda Rabbin ruhu benimleydi, boş olan cehennem karanlığında bir rüzgar olarak esiyorduk. Ben gözlemci gibiydim ve onunlaydım, işi yapan oydu. Ama benim bedenimde bu yaratım gerçekleşiyor ve ben sadece izleyebiliyordum. Kendime geldiğimde iradem de yerine geldi ve olup biteni hatırladım.

 

TEVRAT’TA MELE-İ ALA

Eski Ahid’de bu varlıklar için “mal‘ah” kelimesinin dışında “ilâhî varlıklar” anlamında Tanrı oğulları (Tekvîn, 6/2,4; Eyub, 1/6; 2/1; Mezmur, 82/6; 89/6), Allah’ın veya göklerin yahut yüksekte olanların ordusu (Tekvîn, 32/1-2; I. Krallar, 22/19; İşaya, 24/21), mukaddesler (Eyub, 5/1; Mezmur, 89/5; Zekarya 14/5; Daniel, 8/13), kudretliler (Mezmur 78/25), ilâhlar (Mezmur, 82/1, 6; 97/7) ve kullar (Eyub, 4/18) tabirleri de kullanılmaktadır. İbn Meymûn, Eski Ahid metinlerinde geçen ilâhların Allah’ı, rablerin rabbi (Tesniye, 10/17), göklerin Allah’ı (Ezra, 7/23; Nehemya, 1/4-5) ifadelerindeki “ilâh”, “rab” ve “gök” kelimelerinin de “melek” mânasında kullanıldığını belirtmektedir. Çok defa melek yerine “adam” kelimesi de geçmektedir. Tekvîn’deki kıssada (32/24-25) Ya‘kūb ile güreşen kişi Hoşea’da (12/5) “malakh” diye anılmaktadır. Diğer taraftan Eski Ahid’de Gabriel ve Mihael gibi melekler ismen zikredilmekte, Kerubim ve Serafim gibi kanatlı varlıklardan, melek gruplarından söz edilmektedir.

Eski Ahid’in Neviîm kısmında pek zikredilmemekle birlikte diğer kısımlarda, özellikle de Bâbil esareti ve sonrasına ait Hezekiel, Zekarya ve Daniel bölümlerinde meleklerin varlığı açıkça belirtilmekte, Daniel bölümünde meleklerden ve ilk defa olmak üzere büyük meleklerin isimlerinden bahsedilmektedir. Ayrıca ölüm meleğinden de (mal’ak ha mot) söz edilmektedir (bk. AZRÂİL). Meleklerin yahudi kutsal kitabının esaret dönemi ve sonrasına ait bölümlerinde sık sık geçmesi Keldânî ve İran etkisini düşündürmektedir. Yahudiler, Bâbil esareti süresince Keldânîler’in ve İranlılar’ın etkisi altında kalmışlardır. Özellikle Zerdüştîlik’teki iyi ve kötü ruh fikri Yahudiliğe iyi melek ve kötü melek şeklinde intikal ettiği gibi ruhların hiyerarşik tasnifi de Yahudilik’te görülen meleklerin tasnifini ortaya çıkarmıştır. İkinci mâbed döneminde meleklerle ilgili inanç daha da gelişmiş ve girift hale gelmiştir.

Yahudi inancına göre melekler yaratılışın ikinci veya beşinci gününde ateşten yaratılmış saf ruhlardır. Rabbinik literatürde melekler insanlardan üstün görülmekte, ancak faziletli insanın meleklerden daha üstün olduğu belirtilmektedir. Melekler sınırlı iradeye ve ilâhî bilgiye sahip olmakla birlikte geleceği ve kıyamet saatini bilmezler. “Allah oğulları (melekler) insan kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar” (Tekvîn, 6/2) sözüne dayanılarak meleklere bir cinsiyet atfedilmektedir. Meleklerin kanatlarından ve uçmalarından bahsedilmesi onların kuvvet ve süratlerine işaret içindir. Yahudilik’te ayrıca meleklerin “menn” (kudret helvası) isimli yiyeceklerinin olduğuna inanılmaktadır. “Binlerce binler ve on binlerce on binler” ifadesiyle onların çokluğuna işaret edilmektedir. Her biri üçer sıradan oluşan üç grup melekten söz edilir. Bunlar Tanrı’ya daha yakın olan Kerûbîler, Seraflar, tahtlar; egemenlikler, gerçekler, güçler; prenslikler, baş melekler ve diğer meleklerdir.

Melekler yeryüzünden önce (Eyub, 38/6-7) yaratılmıştır (Nehemya, 9/6); onlar gökte ikamet etmektedir (Tekvîn, 28/12; I. Krallar, 22/19); ruhanî tabiatlı görünmez varlıklardır, insan üstü güçleri ve bilgelikleri vardır. Vizyonda göründüklerinde veya yeryüzünde görev yapmaya geldiklerinde insan şekline girer ve insan gibi konuşurlar (Tekvîn, 19/1; 18/2); yemek yerler (Tekvîn, 18/8). Yahudilik’te meleklerin görevlerini Tanrı’nın yardımcıları olmaları, O’na ibadet etmeleri, vahyi ve şeriatı tebliğ etmeleri, insanları korumaları, onlara yardım etmeleri, Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapmaları şeklinde tespit etmek mümkündür.

Kutsal kitap dışı dinî literatüre göre Cebrâil ve Mîkâil, Uriel ve Rafael ile birlikte Tanrı’nın tahtını kuşatmışlardır. Bu ikisi, Eski Ahit’te adı verilmeksizin zikredilen ilâhî elçiler veya melekler olarak görülmekte, Yahudilerin savunucusu olan Mîkâil, Cebrâil’den daha büyük kabul edilmektedir. Hz. İbrâhim’i ziyaret eden üç melekten ikisi Cebrâil ile Mîkâil’dir; Mîkâil, İshak’ın doğumunu müjdelemek, Cebrâil de Sodom’u helâk etmekle görevlendirilmiştir. Ya‘kūb ile güreşen ve Horeb’de Mûsâ’ya görünen de Cebrâil veya Mîkâil’dir. İbrâhim’i ateşten koruyan, oğlunu kurban etmek üzere iken onun elini tutan, Lût’un esir alındığını haber veren, İshak’a eş aramak için yola çıkan hizmetçiye refakat eden Mîkâil’dir. Mîkâil, Cebrâil ile birlikte Sînâ dağına inen Tanrı’ya eşlik etmiştir. Onlar meleklerin kralları olarak kabul edilmektedir. Mûsâ’dan korktukları için ruhunu almaya cesaret edememişler, bu sebeple Mûsâ’nın ruhunu bizzat Tanrı kabzetmiş, onlar da Mûsâ’nın tabutunun iki tarafında ayakta durmuşlardır. Mîkâil Vezir Hâmân’ın komplosuna karşı Yahudileri korumuştur. Mîkâil ve Cebrâil, âhir zamanda Mesîh’e refakat edenler arasında yer alacak ve kötülerle çarpışacaktır. Mîkâil tamamıyla buzdan, Cebrâil ise ateşten yaratılmıştır, fakat bir arada olduklarında birbirlerine zararları dokunmamaktadır. Şeytana ve diğer meleklere Âdem’e secde etmelerini emreden Mîkâil’dir. O, semanın anahtarlarının muhafızı ve ahirette ölüleri dirilişe çağırandır. Kabala literatüründe de Mîkâil önemli rol üstlenmektedir (, VIII, 309; , XI, 1489-1490). Tövbe, dürüstlük, merhamet ve kutsama meleği olan Mîkâil dördüncü semanın yöneticisidir (Davidson, s. 193).

 

ANU, ENLİL VE ENKİ’NİN KUTSAL KİTAPLARDAKİ KONUMU

AN’IN DURUMU

İslami kaynakları değerlendirirsek bazı ipuçlarına ulaşabiliriz.

İsim Analizleri;

AN; Bildiğiniz üzere benim öğrendiklerime göre Sümerler Mezopotamya bölgesine kuzey tarafından, Anadolu ve hazar denizi çevrelerinde yaşayan halklardan göç etmiş bir kavimdi. Lidungurra’nın kitabelerinde bu durum açıkça yazılıdır. Eski Türkçe ile Sümer’ce arasındaki benzeşimler ve karışımlar bu göçü ve yerel halkla karışım meselesini açıklamaktadır. AN, eski Türklerde gök tanrısı idi. Aynı zamanda AN, “zamanı oluşturan en temel yapıtaşının adıydı”.  Hz Muhammed sahih hadis kaynaklarındaki bir rivayete göre şöyle demiştir;

“Âdemoğlu dehre söverek beni ezalandırır, halbuki ben dehrim (ZAMAN-AN). Her emir benim elimdedir. Geceyi gündüzü ben idare ederim.” (Buhârî, Tefsiru Süre 45/1; Tevhid, 35; Edeb,101; Müslim, Elfâz,1,2, 5, 6; Ebû Dâvûd, Edeb,169)

Yine “Sakın sizden biriniz: Vay dehrin musibetine, demesin. Çünkü dehr ancak Allah’tır.” ve “Dehre sövmeyin. Çünkü dehr (ZAMAN-AN) ancak Allah’tır.” buyurmuştur.  (Buhârî, Edeb, 101; Müslim, Elfâz, 4; Muvatta’. Kelâm, 3)

ZAM-AN; An’ın artışı çoğalışı demektir. Arapça’ya da eski Türkçe’den yada Sümerce’den diğer dillere geçmiş olması beklenir. İlahi yaratımın ortaya çıkışı ve İlahın kendini göstermesi zamanın başlaması ile bilinir olmuştur. Zaman hareketle doğar. Hareket olmazsa yaratım ve zaman yoktur. Hareket zamanı, zamanda yaratıcının varlığını ortaya koyar. Çünkü tüm hareketler bir enerjiye ve başlatıcıya muhtaçtır. Hiç bir nesne kendi kendini var etme yada hareket için ihtiyaç duyduğu kuvveti oluşturma gücüne sahip değildir. İlk hareket için nesneler üstü bir meta nesne lazımdır. Anlaşılamaz, sırrı bizim evrenimize yabancı olan bu meta nesne, öncesiz, zamansız ve bizim dünyamıza yabancıdır. Ona “Kaya” denir. Her şey bu kayadan ve onun zamanı-AN’I var eden hareketinden var olmuştur.

AN kelimesi Kuran’daki çok önemli bir çok kavramın içindedir;

KUR-AN: Kuran, Kur’a-okumak kökünden türemiştir. “Kuran” da, “okunan şey”e denir. Ancak bir kutsal kitaba “okunan” demek, onu tam tanımlayamaz. Çünkü her kitap “okunan”dır. Ama Kur’AN anlamında düşünürsek; AN’ın okuduğu, yada AN’ın okuyuşu manasında düşünülebilir. Bu durumda Kuran’daki “biz” ifadesi daha iyi anlaşılır. Rabbin eli ve gözü olan yönetici melekler “biz” diye hitap etmekte ve onların başı ve kralı da AN olarak gözükmektedir.

FURK-AN: Kuran’ın ayetlerde geçen diğer bir adı da Furkan’dır. “Ayıran şey” manasına gelir. “Firak” köküne sahiptir. Yada farklı bir bakış açısıyla “An’ın ayırışı”. İnsanların elenmesi. Allah Kuran yoluyla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola erdirir.

 

ANKARA KELİMESİ

Köken:       Kenger Türkçesi
Kök Kelime: Engur-ra.
Doğum:      MÖ 3000 den önce
Kök Anlamı: Tengri, Tanrı.

Kenger mitolojisinin tüm dünyayı etkilediğini artık bü­tün bilimsel platformlar kabul etmektedir. “Ankara” kelimesi­nin gerçek anlamı da Kenger mitolojisinde ve kozmonogisin­de saklıdır: Evren yaratılmadan önce sonsuz bir deniz vardı. Yer ve gök bu denizden yaratıldı. Bu denizle özdeşleşen ana tanrıçanın adı ENGUR idi.

ENGUR, MÖ 3000’lerden başlayarak en az 43 Kenger tabletinde binden fazla görülmüştür. Bir tablette engur şöyle anlatılır.

“Evreni ve tanrıları yaratan ANA, her şeyin İLKİ. Eşsiz, kocasız TANRIÇA. Kendiliğinden türeten Rahim, hiçbir şey yokken var olan öz, ABSU’nun bereket dağıtan dişi suları.” Hayat suda başlar…

Bu anlayış içinde, akarsulara ve akarsu kenarlarına ku­rulmuş kentlere antik uygarlıklarda ENGÜR, ENGÜRÜ, ANGORA gibi isimler verilmiştir. Bu isimler bugün bile tüm dünyada birçok kent ve akarsuların tanımı için kullanılmak­tadır. Tarihte birçok Türk kağanı ve devleti adlarını ENGUR kökünden almıştır.

ANKARA’nın adının Osmanlı’da ENGÜRÜ olduğu ve ENGÜR’den çıktığı da açıkça görülmektedir.. Ankara’nın topoğrafyası çanak biçiminde olduğu için çukur yerlerde bol yer altı suyu (ENGÜR) bulunur.

Nitekim Ankara’nın Roma hamamları meşhurdur. Ankara’nın içinden akan -ve bugün kapatılmış olan- bir çay vardır: Ankara Çayı. Bay­kal Gölü’nden Yenisey’e akan nehrin adı da ANGARA’dır.

Sakarya Nehri’nin Grekçesinin SANGARİUS olduğu göz önüne alınırsa özgün adının (S) ANGARA olduğu anlaşılır. Aynı kelime Doğu Türkistan’daki büyük bir su havzasında, SUNGURYA, Avrupa’da HUNGARY (Macaristan) olarak görülür.

ANKARA kelimesinin Farsça “üzüm” anlamındaki “en­gür” ya da Grekçe “çapa” anlamındaki “ankor”dan türediği söylentilerinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

ANKARA’yı kuran Hattiler’dir ve Ankara’nın anlamını Hattice ve Sümer­ce gibi antik dillerde aramak gerekir.

ADANA

Köken:       Kenger ve Hatti  Türkçesi
Kök Kelime: Eden-na, Adania.
Doğum:      MÖ 3000 den önce
Kök Anlamı: İki çay arası ova /Bitki ve tarım Tanrısı.

ADANA  adı ilk kez BİLGEMEŞ (Gılgamış) destanında geçer.

Anadolu’nun ilk  uygarlığı  Hatti/Hatay  devleti tarafından başkent olarak kurulmuş bir kent…
Hitit tabletlerinde adı “URU Adaniya” (Adana şehri) olarak geçiyor.

Antik uygarlıklarda şehirlere tanrı adları vermek çok yaygın. İstanbul, Ankara, Adana gibi..

Adania (Hat.):Tarım ve bitki tanrısı
Adonis (Fenike.):Tarım ve bitki tanrısı;
Adonay (İbr.):Adı anılmayan Rab, Tanrı.
Edinna (Sm.):İki çay arası ova.

Kengerler Fırat-Dicle arasına  EDEN derlerdi. Her türlü tarımın yapıldığı bu bölge adeta bir cennet bahçesi kadar güzel olmalıydı ki  bu kelime  binlerce yıl sonra  TEVRAT’ta  GANEDEN = Cennet   Bahçesi  olarak, Batı dillerinde GARDEN olarak görülür.  GAN Kengerce ve Çuvaşçada ‘bağ, bahçe, tarla’ anlamındadır.

Hatti inançlarında evrende ve dünyada görülen her göz alıcı  nesnenin  içinde doğaüstü bir güç-Tanrı- olduğuna inanılırdı. Kengerce EDEN-NA  kelimesi bu anlayış içinde Hatti dilinde  ADANİA olarak  tanrı adına dönüşmüş . Fenikeliler ve İbraniler de bundan etkilenerek –Tanrı anlamında-ADONİS ve ADONAY ortaya çıkmış giderek  ADANİA Grek mitolojisine de  ADANÜS olarak girmiş.

HATTİ’nin Fırtına Tanrısı  TURA (Boğa ile simgelenir)  adını  TARSUS’a , batı dillerine hem de, Adana’nın kuzeyinden geçen TOROS dağlarına verir.

İSTANBUL : İSTEN BOLU (Güneş Tanrısının Kenti, Satan-Şeytan’ın Şehri)-Hattice

ENTEL > AN +TAL (Yüksek + anlayış) > ÖN+TÜL Kengerce bir kelimedir.

MELEK

Gezegenimizdeki dillerin kökleri KENGER’de. Tevrat Kengerce’ye atıf yaparak ‘Tüm dünya tek dil konuşurdu’ der. Nitekim, Kengerce Hz. İsa’ya kadar Orta Doğu uygarlıklarında ibadet, müzik, eğitim ve protokol dili. Sankritçe, Grekçe, Latince vs. Kengerce’nin yanında dünkü çocuklar… Anaları Kengerce. KENGER Sümer’in gerçek adı.

“Melek” 5000 yıllık bir kelime. İlk görüldüğü yer doğal olarak KENGER. Kök anlamı :1- Tanrıça 2-Kız arkadaş/ Girlfriend

MALAG MÖ 3000’lerde Kenger dilinde ‘Kız arkadaş/Girlfriend ; Kadın komşu; Kuma, ‘ anlamındadır. MALA olarak da geçer . Bugün şarkılarımızda hala , MALA> BALA ve MELEK sevgili anlamında kullanılır.
Kengerce’ den İbranice ve Arapça’ya geçen MALAK/Melek kelimesi zamanla kutsallık içerir ki burada yine Kengerce AMALUG(Tanrıça) kelimesinin MALAG kelimesiyle – ses benzeşiminden dolayı -kaynaşması söz konusudur.
AMALUG Kengerce MÖ 2000’lerde Tanrıça; Rahibe anlamları taşır. Kelime anlamı ‘Ulu Ana’ ( AMA +ULUG)…
AMA Kengerce ANA demektir. Arapçaya ‘ÜMMÜ’ olarak geçmiş.
İLU(G) Kengerce Ulu; Tanrı anlamındadır. İbranice ve Arapça ’ya İLAH Olarak geçmiş.

‘Kur’   Kengerce çok güçlü demektir. Günümüzde “gür, gürbüz” olmuş . ‘ Kara’ Göktürkçe ‘çok güçlü’ demektir.   Karaman (Yiğit) , Karakış, Karahan (Türk Mitolojisinde Tanrılar Tanrısı). (EÇM: Bkz. Kuran)

CHARLES FOSTER  1852 DE YAZDIĞI ‘ ONE PRİMEVAL LANGUAGE ADLI ESERİNDE  TÜM  DÜNYA DİLLERİNİN KÖKÜNÜN KENGERCE OLDUĞUNU BELİRTMİŞTİR.
TEVRAT’A GÖRE  BİR ZAMANLAR TÜM DÜNYA TEK DİL- KENGERCE- KONUŞURDU.

MÖ 4000-MÖ 2500 ARASINDA KENGERCE’DEN BAŞKA BİR YAZILI DİL GÖRÜLMEMİŞTİR.

RAWLİNSON, HOMMEL GİBİ  SÜMEROLOJİNİN ATALARI  KENGERCE’NİN TÜRKÇE OLDUĞUNU BELİRTMİŞLERDİR. SÜMEROLOG MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ DA SON KİTABINDA KENGERLERİN (Sümerlilerin) BİR TÜRK BOYU OLDUĞUNU SÖYLEMEKTEDİR.

ABD’NİN SEMBOLÜ ‘ÖZGÜRLÜK HEYKELİ’ KENGER TANRIÇASI ‘ NİNANNA’YA, AB BAYRAĞINDAKİ 12 YILDIZIN KÖKLERİ  KENGER PANTEONUNDAKİ 12 TANRIYA UZANIR. 12 HAVARİ,12 KABİLE,12 İMAM,12 BURÇ,12 AY, MERYEM’İN BAŞINDAKİ HALEDE 12 YILDIZ  VS.NİN KÖKENİ  KENGERDEDİR.

BURÇLAR VE TAKVİM KENGER BULUŞUDUR.  KENGER PANTEONUNDAKİ 12 TANRI 12 BURCA YERLEŞTİRİLMİŞ, YIL 12 AYA, AY 30 GÜNE,GÜN 12+12 SAATE,SAAT 60 DAKİKAYA ,DAKİKA 60 SANİYEYE KENGERLER TARAFINDAN BÖLÜNMÜŞTÜR. DAİRE YİNE KENGERLER TARAFINDAN 360 DERECEYE BÖLÜNMÜŞTÜR.

KENGERDE ASTRONOMİ, AY VE GÜNEŞ TUTULMALARININ ZAMANINI SAPTAYACAK ÖLÇÜDE GELİŞMİŞTİR.

KUBBE VE KEMER MİMARİSİNİ GÜNÜMÜZE ARMAĞAN EDEN YİNE KENGERLERDİR.
SEMAVİ DİNLERİ KURUMSALLAŞTIRAN HZ. İBRAHİM  KENGER’İN UR ŞEHRİNDE DOĞUP BÜYÜMÜŞ, MÖ 2000 LERDE ÜLKESİNİN İŞGALİ ÜZERİNE EŞİNİ, BABASINI VE 200 CİVARINDA AKRABASINI ALARAK URFA’YA GÖÇMÜŞ,SONRA MISIR VE MEKKE’YE GİTMİŞTİR.  TEVRAT’TA ADI ‘ABRAM’, EŞİNİN ADI ‘SARI, SARA’ BABASININ ADI ‘TÖRE, TARA’  İKEN BU ADLAR GÖÇTEN SONRA “ABRAHAM”, “SARAH”, “TARAH” OLARAK YENİ YÖRELERİN DİLİNE GÖRE DEĞİŞMİŞTİR.

KENGER adı AVRASYA coğrafyasında en yaygın adlardan biridir. Ayrıca Kenger adında sayısız Türk boyları vardır. En önemlisi KENGER Sümerler’in gerçek adıdır. Basra Körfezinin eski adı KENGER körfezidir. Harezm bölgesinin eski adı KANGAR/KENGER’dir.

“ERGENEKON” KELİMESİNİN KENGER YARATILIŞ DESTANINDAKİ (MÖ 3500) ANLAMI  ‘ EVRENİ DOĞURAN KOZMİK RAHİM’ DEMEKTİR.

ERGENEKON ,  GÖKTÜRKLER’DE (MS 550) ‘TÜRKLÜĞÜN YENİDEN DOĞUŞ DESTANI’ DIR. DESTANDA TÜRKLER  ERGENEKON DENİLEN ETRAFI DAĞLARLA ÇEVRİLİ  DAR VE SARP BİR VADİDEN , DEMİRDEN KAYALARI ERİTEREK ÇIKAR VE  ‘YENİDEN DOĞUŞU’ GERÇEKLEŞTİRİRLER.

Bu kelimelerin araştırmasıyla ilgilenen için kaynakları ile veriyorum; (https://tarihvearkeoloji.blogspot.com/2014/12/ – Araştırmacı Yazar Mehmet Ünal Mutlu)

 

Benzer Yazılar

3 Yorum

  1. Okudukça daha çok okumak istiyorum yazılarınızı. Allah CC muvaffak etsin sizi ve İslam’a hizmet eden herkesi. Allah’a emanet olun.

  2. Ben çok anlamlı bir rüya gördüm. Hatta biraz da endişeye kapıldım. Bunu sizinle paylaşmak isterim. Buradan yazabilirdim ama daha etraflıca anlatsam isabetli olacak kanaatindeyim

  3. I have proofs from Quran that Annunaki aren’t djinns but extraterrestrial beings as sumerian scriptures said and clearly mentioned in the Quran. I need this author contact details to explain to him.

Yorum Bırak