Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ” adlı kitabında;
O’nun Hatemiyyet’i “Nûrun alâ Nûr”; yâni “Nûr üstüne Nûr”dur. (s.15-16)
Zîrâ o Gayb âleminde, Rabb’inden verilmiş bir nûr üzerindedir. Onda artakalan şey ise O’nun toprağının (El-Erda) nûrudur. ‘Nûrun alâ Nûr”; yâni “Nûr üstüne nûr’ (Nûr: 35) ve sırlar üstüne gelen sırlar onun olur…”O sanki Arap’tan değil de Acem’dendir. O, rengi kırmızımsı beyaz olan; uzuna yakın, ondan biraz kısa bir âdemdir. O âdeta pırıl pırıl parıldayan bir ay gibidir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurunda Arapça değil, başka bir milletin diliyle konuştuğuna dikkati çekerek; “Hatm onun (Resûlullah’ın) huzurunda diz çökmüştü ve ona bir kadının sözünü haber veriyordu, Ali -radiyallahu anh- de Hatm’in konuştuğu dili tercüme ediyordu.” demiştir. (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, c. 1, s. 114. bas.: Beyrut, 1994)
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı “Hatmü’l-Evliyâ” adlı eserinde, kırkların tümünün zuhûrundan sonra “Hâtemü’l-Evliyâ” olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm Tirmizî, yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı “Büdüvv-ü Şe’n” adlı risâlesinde, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk’e gönderileceğini keşfetmişti. (MEKTÛB-İ TİRMİZÎ s: 1-3)
“Te’vil noktasındaki açıklamayı sana bırakarak, şimdi de sana onun ismini ve nesebini tâyin edeceğim!” buyurmuş ve Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın ismi ve nesebi ile ilgili olarak aşağıdaki işâretleri çizmiştir:
ŞİFRELİ KODUN İNCELENMESİ
Arabi Hazretleri, büyük kerametle bıraktığı mesajına ilişkin Mehdi’nin isim ve nesebinin (anne-baba) isimleri ile alakalı keşfini birlikte analiz edelim. Kendisi hem Türkçe hem de Arapça bildiğinden, Mehdi’nin de Türkçe harflere vakıf olduğunu ve Türklere gönderildiğini bildiğinden, yazısında hem Arapça hem Türkçe harflere yer vermiştir. Lakin hem harflerin bazılarını hemde kelimelerin bazısını aynada simetri alarak bakınca çözülebilmektedir. Mesajın gönderildiği sahibi için anlaması çokta zor olmayan hoş bir lisan ile Mehdi’ye, Mehdi’yi gördüğünü anlatmıştır.
Kolay çözülmesi zatı hakkında haber verilen kişinin kendi ismini ve nesebinin ismini orada var mı diye bakmasıyla, kısa sürede harf harf görmesinden ibarettir.
- M ve Mim; 90 Derece yan dönmüş bir “m” harfi vardır. Lakin o m nin tepesine göz şeklinde, aynı sesi veren bir mim (m) harfçi çizmiş ve böyle yaparak hoş şekilde şu mesajı vermiştir; “bak, hem arapça, hem türkçe bak”
- U ; el yazısı yazılmış bir u, sonradan m den ayrılmış şekilde ki yazımı taklit edilmiş.
- S (Sin) ; Bu harf arapça olaran sin harfi (s) yazılmış
- T (te); Arapça olarak te yazmış bunu tepeden aynalamış. Lakin te yi oluşturan iki çubuğu birbirinden ayırmış. Burada; mustafa’dan ayrılıp gelen NUR; bahsi geçecek kişiye isim verecektir, babadan ayrılan oğuldur demekle latif bir anlatımla şifrelemiştir.
- F (fe); Arapça fe yazıp yan çevirmiştir. Yan yazarken zorlanmış olacak ki; yuvarlağını nokta gibi çizmiştir.
- BABA : Türkçe olarak türkçe harflerle aynalanmış şekilde çok açık yazmıştır.
- M (mim): küçük harfle m ve ona bitiştirilmiş mim’dir. En soldan 3. harf olan emine’nin içinde ki m’e benzeyişindne çözüyoruz. En sağdaki mustafa’nın sin’inde bir büyük yay varken, m’ler aynen ters yazılmış türkçe m harfi gibi çift kıvrımlıdır.
- E : Türkçe yazılmış büyük E harfi.
- d: Türkçe yazılmış küçük d harfi
- r: Türkçe yazılmış küçük r harfi
- e: küçük e harfi; türkçe yazılmış ( Lakin el yazısından okuduğu için e’yi arapça he’ye yani o görünümüne benzetmiş olabilir. Cümlede ki tüm e’ler “o” gibi yazılmıştır.)
- E: Büyük Türkçe E harfi
- Lam elif: Soldan sağa; önce lam sonra elif okunur. Önce ki E ile birleşip; EL olmuştur. El arapça’da bilinen tanınan kişiyi vurgulamak için THE gibi kullanılır. Sonra gelen elif ise ötüre ile u olarak okunur. Oul derken; O harfi arapçada yoktur. O yu daha evvel e için kullandığından burada U ile sesi vermiş.
- UL: Türkçe harflerle u ve l yi birleştirip yazmıştır. Soldan sağa.
- e: Türkçe e
- m(Mim); Ters dönmüş türkçe m ve on birleşmiş arapça mim. MİM’e çok vurgu yapmış mübarek; çünkü MİM’de ayrı bir sır vardır ki bunu MİM’LER bahsinde uzun uzun anlatacağız. Mübarek Muhyiddin’de bir MİM’lidir. Mim ile başlar.
- y(ye): Arapça bir ye görüyoruz. Emine kelimesi arapça yazılırken bazıları Ye harfi ile uzatır, bazıları elif ile uzatır. Olsa da olmasa da olur. Bu nedenle mübarek ye yazıp, üzerine elif atmış. Ye harfi Olsa da olur olmasa da olur manasında.
- n(Nun): Arapça Nun harfi 90 derece sağa dönmüş yazılmış.
- e: Türkeç e harfi Nun’un üzerine iliştirilmiş.
Hakikatte türkçe ve arapça harflerden ibaret olan bu kod sadece sahibi tarafından çözülebilirdi.
“Hâtemü’l-İmâme” Olan Velî ve “Nûrun Alâ Nûr”un Ona Verilişi:
Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ” adlı kitabında; Hâtemü’l-evliyâ’nın bir hidâyet rehberi ve Muhammedî bir imam olarak batı tarafından zuhûr edeceğini ortaya koymuş; apaçık ilmî bir kerâmet olarak da, “Nûrun alâ Nûr” ve sır üstüne sırrın ona verileceğini beyan buyurmuştur:
“Bir hidâyet rehberinin batı tarafından doğması yaklaşmıştır. (Ankara-İstanbul, o zamanlar İslam aleminin merkezi olan Mekke ve Bağdat’a göre ortalama 1000 km batıdadır.) Bu, şirklerin zevâl bulup batmasıyla, onun avcısı yok edilip tuzağı ortadan kaldırılarak, şirklerle ilgili olan bağının çözülmesiyle, O’na yönelmiş olan bir güneş ve O’nu tenzîh eden bir makamdır.
Bu batış, her ikisinin de ‘Ayn’ı ile ilgili olan iki kısım üzerinde gerçekleşir. Onun batışı da kendi kalbinde meydana gelir. Zîrâ o Gayb âleminde, Rabb’inden verilmiş bir nûr üzerindedir. Onda artakalan şey ise O’nun toprağının (El-Erda) nûrudur. ‘Nûrun alâ Nûr”; yâni “Nûr üstüne nûr’ (Nûr: 35) ve sırlar üstüne gelen sırlar onun olur.
Aydınlanan bir yer kararmışsa, bu onun batışına karşılıktır. İşte o da (böylece) kendisinde batmış olan sıfatlardan arınır. Nitekim o Kudsî Zât’ın denizinin içinde boğulur ve kendi sıfatlarının elbiselerinden soyunur.
Şimdi şaşkınlığa düşmeden şu yüce sırra ve hiç tadılmamış, rahatlık veren şu ilâhî zevke bir bak! Ben aylı geceler ve gündüzler boyu, avâmın kendisine münâcaat ettiği kudsî makâmında, bu ilâhî güneşin nûru ile kaldım. O ‘Hâtemü’l-imâme’; yâni küllî mutlak bir imam olarak değil, cüz’î Muhammedî bir imam olarak ‘İmamlığın Hâtem’i’ olduğu için, Allah bize onun alâmetini izâh etmiştir.” (“Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ”; s.15, Bas.: Mısır, 1954)
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtla ilgili bir esrâr hazînesi ve apaçık bir kerâmet olarak kaleme aldığı “Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ” adlı kitabında, Hâtemü’l-evliyâ’nın dış görünüşüne ve ismine işâret ederek şöyle buyurmuştu:
“Bil ki, velâyet bayrağının taşıyıcısı ve makâmın ve gâyenin nihâyeti olan Hatm, hiç bilmezken ki”Hatm” oldu ve cesedlenmiş bir rûhâniyyet ve müteaddit bir ferdâniyyet içinde, dilemeksizin ve tasarruf etmeksizin iş onda vâroldu. Hatm’in cismî işi gizli ve örtülüdür. Hatm ile ilgili olarak açığa çıkarılabilen ise, (onun) yalnız makâmî olan işidir.”
“O sanki Arap’dan değil de Acem’dendir. O, rengi kırmızımsı beyaz olan; uzuna yakın, ondan biraz kısa bir âdemdir. O âdetâ pırıl pırıl parıldayan bir ay gibidir. İsmi, ‘Allah’ın kulu’dur. O, Allah’ın her kulunun ismidir. Onun kendisine has olan ismine gelince; yapısı husûsunda net bir belirti sarfedildiği halde, o net bir belirti şeklinde açığa vurulmadı.” (“Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ”; s.71+75. Bas.: Mısır, 1954)
ARABİ’DEN MEHDİ’NİN DİLİ
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı “Hatmü’l-Evliyâ” adlı eserinde, kırkların tümünün zuhûrundan sonra “Hâtemü’l-Evliyâ” olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm Tirmizî, yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı “Büdüvv-ü Şe’n” adlı risâlesinde, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk’e gönderileceğini keşfetmişti. (MEKTÛB-İ TİRMİZÎ s: 1-3)
Hâtemü’l-Evliyâ’ Arapça Değil, Başka Bir Milletin Dilini Konuşuyordu!..
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye” adlı eserinde Hâtemü’l-evliyâ’ olan zâtın “Arab’ın en şerefli soyuna mensup olacağını” haber verdiği halde (c. 3, s. 87-88), Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurunda Arapça değil, başka bir milletin diliyle konuştuğuna dikkati çekerek; “Hatm onun (Resûlullah’ın) huzurunda diz çökmüştü ve ona bir kadının sözünü haber veriyordu, Ali -radiyallahu anh- de Hatm’in konuştuğu dili tercüme ediyordu.” demiştir. (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, c. 1, s. 114. bas.: Beyrut, 1994)
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye”nin 73. Bâb’ ında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hem cismânî hem de rûhânî Ehl-i beyt’ine mensup olan zâta işâret ederek şöyle buyurmuştur: “Hatm, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yalnız hissî sülâlesinden değil; onun -sallallahu aleyhi ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır.”
(Fütûhâtü’l-Mekkiyye; c.3, s.89, bas.: Beyrut, 1994)
Muhyiddin-i İbnü’l Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“El-Hatm… Ki o tektir. O, âlemde bir (kişi) dir. Allah, velâyeti onunla hatm eylemiş, mühürlemiştir. Evliyâ arasında ondan büyüğü yoktur.” (Fütûhat-ı Mekkiyye)
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur.” (Fusûs’ül-Hikem)
“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.” (Fusûs’ül-Hikem)
“Bu ilim, ilm-i billâh’ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.” (Fusûs’ül-Hikem)
“Allah-u Teâlâ bu hâtem-i velâyeti ne bize, ne bizden evvelkilere nasib etmeyip, bu makâmı bizden saklamıştır.” (Fusûs’ül-Hikem)
Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri “Ankâ-i Muğrib” Kitabı’nda, Hâtemü’l-evliyâHakkında Neler Söylemişti? Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin, husûsiyetle Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici husûsiyetlerini tespit etmek için yazdığı “Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ” adlı kitabındaki ifâdesine göre;
- Hatemü’l-evliyâ, batı tarafından zuhûr edecektir. Bu, “Cüz’î Muhammedî imamlığın Hâtem’i” olan bu zâtın apaçık bir alâmetidir. (s.15)
- O’nun “Hâtemü’l-evliyâ”lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallâhu anh-in halîfelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir. (s.48)
- O uzuna çok yakın orta boylu, pembe tenli bir kimsedir. Görünümü, pırıl pırıl parıldayan bir ay gibidir. (s.75)
- En şerefli Arap soyuna ve nesline mensuptur; fakat görünüş itibâriyle daha çok Acem’leri anımsatır. (s.75)
- Önünde neşredilmiş, açılmış bir bayrak vardır. (s.16)
- Fesad ateşinin sönmesi, ümmetin başı ile sonunun birleşmesi gibi kâziyeler onun zuhûru ile meydana gelir. (s.16, 18, 74)
- O’nun ilmi râsih, nasîbi yüce, Nûr’u apaçıktır; o, sırrı ve nasihati dile getirilir bir kimsedir. (s.73)
- Tıpkı resul ve nebîlerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk’ı onun diliyle söyler. (s.73)
- Allah-u Teâlâ bütün muhteşemliğine rağmen onu halkın nazarından gizler. (s.16)
- Belâların ve hâinliklerin ortalığı sardığı fitne zamânında, ihvânı ile birlikte Hakk’a bağlılığı gözetir ve bu hususta onlara öncülük eder. (s.22)
- O, hiç bilmezken ‘Hatemiyyet’ mertebesiyle kemâl bulur. (s.71)
- O’nun Hatemiyyet’i “Nûrun alâ Nûr”; yâni “Nûr üstüne Nûr”dur. (s.15-16)
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn-i İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın makam ve mertebesini, Allah katındaki ulviyyetini ve Evliyâullah Hazerâtı arasındaki yüce mevkiini beyân etmek için “Ankâ’-i Mugrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-Evliyâ’ ve Şemsü’l-Mağrib” isminde bir eser yazdığı malûmunuzdur. Bu eserinin bir noktasında buyurur ki:
Bil ki Hatm, velâyet bayrağının taşıyıcısı ve makâmın ve gâyenin nihâyeti olur.
Nitekim o, hiç bilmezken ‘Hatm’ oldu ve cesedlenmiş bir rûhâniyyet ve müteaddit bir ferdâniyyet içinde, dilemeksizin ve tasarruf etmeksizin iş onda vâroldu.” (“Ankâ’-i Mugrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-Evliyâ’ ve Şemsü’l-Mağrib”, Şehid Ali Paşa, nr.: 1287, vr. 51b)
HATEM-İ VELİNİN HALİ
Hakîm et-Tirmizî Hazretleri buyururlar ki:
“Allah ile düşündüğünü, Allah ile konuştuğunu, Allah ile işittiğini, Allah ile baktığını ve Allah ile yürüdüğünü tasavvur dahi edemediğimiz bir kulun; dünya diyârındaki meşguliyeti, eserleri ve hareketleri acaba nasıl olur!
Onunla konuşan dedi ki: Bu nasıl olur?
Buyurdu ki: Allah’ın kendisinde gizlendiği bu kul; O’nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir. Nitekim O, onun içindeki şehvetleri öldürüp, onu bizzat kendi ortaya koyduğu şeylerin içinde bulundurur. Onu kendi Nur’u ile açıp, zorlukları kendisine kolaylaştırır. Onda Ulü’l-elbâb’ı meydana getirerek; sebepler, ilâhî himmet ve idrak hususunda da kendisine istimdat eder. O da konuşurken hikmetle konuşup, tefekkürle açıklar. Bakarken ibretle bakar. Yürürken heybetle yürür. Tutarken kuvvetle tutar. O onun kalbini lüzumsuz düşüncelerden meneder, ilâhî tedbir ile ilgili işlerde de ondan selbeder. İşte bunların hepsi, hakikatıyla Kitap’ta ve haberde mevcuttur.” (“Kitâbu’r-Riyâze ve Edebü’n-Nefs”, Es’ad Efendi, no: 1312, 10b-11a yaprağı)
Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin,
Hâtemü’l-Evliyâ Olan Zât’la Buluşması:
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ” isimli eserinde, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtla bir defâsında, imamlık tahtında oturduğu bir sırada buluştuğunu ve konuştuğunu ifşâ etmiş; önünde açılmış bir bayrak bulunan ve “Hatemiyyet”i nûr üstüne nûr olan bu zâtın, bu görüşme esnâsında kendisine büyük bir sevgi ve alâka gösterdiğini beyan buyurmuştur:
“Ben, sona erdirme ve sıdk imamlığına oturmuş bir şekilde, ‘Hatm-i evliyâullâh’la; yâni ‘Allah velîlerinin Hatm’i’ ile buluşup görüştüm. O’nun hudutlanmış olan sırrı benden kaldırıldı. Ben onun elini kabul etmekle emrolundum. O’nun Sıddîk’a ve sıdkı ile Sâdık olandan daha aşağıda bulunan Fâruk’a karşı çok mütevâzî olduğunu gördüm. O’nun kulak tarafının hizâsında durdum; kulağıma ilkâ ettiği şeye işitip mülâkî oldum. Önünde neşredilip açılmış bir bayrak vardı.
Onun ‘Hâtem’i;
‘Nûr üstüne nûr’du. (Nûr: 35)
Onu tanıyıp îtibar gösteren kimseye, ondakinin benzeri gibi bir elbise giydiriliyordu. Nitekim Beyt’in güneşi de (Kabe’nin güneşi) ondan hissesini almak için, benimkine benzer bir şekilde onun elini kabul etti; Hatm ise, ‘Bu benim ehlimdendir!’ dedi. Sonra bana bir söz sızdırdı ve ilettikleri ve söyledikleriyle bizi faydalandırdı.
Devamla da, bahsi sürdürebilmek için imamlık tahtına doğru yürütmeye başladı. O bana neşeyle, atıf üstüne atıfta bulunuyordu. Fevkalâde bir sevgiyle üzerime düşüp, bana büyük bir sevgi gösterdi ve şöyle dedi:
‘Ben gizli bir örtüyle geleceğim. Hiç şüphe yok ki Hatm benim! Benden sonra velî de yoktur, benim ahdimi taşıyabilecek kimse de yoktur. Benim yok olup gitmemle, süregelen zaman da yok olur; baştakilerle sondakiler birbirine kavuşur!’” (“Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ”; s.16, Bas.: Mısır, 1954)
Hâtemü’l-Evliyâ’nın,
Halkın Fesada Düştüğü Bir Devirde Türk’e Gönderilmesi:
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı “Hatmü’l-Evliyâ” adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra “Hâtemü’l-evliyâ” olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932), yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı “Büdüvv-ü Şe’n” adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk’e gönderileceğini keşfetmişti.
Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; “halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş” ve “kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş” bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından “emrolunmuş bir kimse”nin, “hiç kimse farkına varmadan” böyle bir ortamda “yardımcılarıyla birlikte” yeryüzüne geldiği haber verilmişti.
Bu kişi diğer veliler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; “Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş!” diyerek, onun “hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar”ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar’a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; “Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım?” diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret’e: “Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk’e geleceği haber” verildi.
Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; “Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.” diyor ve ardından “Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı.” buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât “Türk’e geleceği” sırada, henüz “kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş”tü.
Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: “Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya!” diyen bir kimseye; “Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum!” demiş ve yine kendisine heyecanla: “Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü?” diyen başka bir kişiye ise: “Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm.” cevabını vermişti.
Bunları söylerken, birdenbire “emrolunan kişi”nin “kırklar”a işaret ederek; “Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada ‘ayakta tutma’ya hapsedin!” emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; “O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk’le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı.” diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret’e; “Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim!” dedi ve ardından kendisine: “Sen onların tümünün zuhuruyla kâiym olacak kimseyi görüyorsun!” şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, “Risâle-i Büdüvv-i Şe’n”, İsmâil Sâib, nr.: 1571, vr. 215b-216a-217a)
NUR SURESİ 35 TEFSİRİ
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ﴿٣٥﴾
Allah, göklerin ve yerin nuru’dur. O’nun nuru, içinde lâmba bulunan kandil gibidir. Lamba cam içindedir. Cam inci gibi yıldız gibidir. Doğuda ve batıda bulunmayan mübarek bir şecerenin/ağacın yağından yakılır. Onun yağı, ona ateş değmese de kendi kendine ışık verir. Nur üzerine nurdur. Allah dilediğini nuruna ulaştırır. Ve Allah, insanlara örnekler verir. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir. (O Nur) Allah’ın, içinde İsmi’nin yükseltilmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerin içinde vardır. Orada O’nu, sabah akşam tesbih ederler. Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki, kalplerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.
Ayetin doğru meali şöyledir;
1. | allâhu | : Allah |
2. | nûru | : nur |
3. | es semâvâti | : semalar |
4. | ve el ardı | : ve arz, yeryüzü |
5. | meselu | : misal, örnek |
6. | nûri-hi | : onun nuru |
7. | ke | : gibi |
8. | mişkâtin | : kandil |
9. | fî-hâ | : onun içinde vardır |
10. | mısbâhun | : misbah, lâmba |
11. | el mısbâhu | : (o) misbah, (o) lâmba |
12. | fî | : içinde |
13. | zucâcetin | : sırça (cam) |
14. | ez zucâcetu | : (o) sırça, (o cam) |
15. | ke ennehâ | : o gibidir |
16. | kevkebun | : yıldız/gezegen |
17. | durrîyyun | : inci gibi parlayan |
18. | yûkadu | : yakılır |
19. | min şeceratin | : ağaçtan – soydan |
20. | mubâraketin | : mübarek |
21. | zeytûnetin | : yağ |
22. | lâ şarkîyetin | : doğuda olmayan (bulunmayan) |
23. | ve lâ garbiyyetin | : ve batıda olmayan (bulunmayan) |
24. | yekâdu | : neredeyse, hemen hemen, kendi kendine |
25. | zeytu-hâ | : onun yağı |
26. | yudîu | : ışık verir |
27. | ve lev | : ve eğer |
28. | lem temses-hu | : ona değmez |
29. | nârun | : ateş |
30. | nûrun alâ nûrin | : nur üzerine nur |
31. | yehdîllâhu (yehdî allâhi) | : Allah hidayet eder |
32. | li nûri-hi | : onun nuruna, kendi nuruna |
33. | men yeşâu | : dilediği kimse |
34. | ve yadribullâhul emsâle | : ve Allah örnekler, misaller verir |
35. | lin nâsi (li en nâsi) | : insanlar için, isanlara |
36. | vallâhu (ve allâhu) | : ve Allah |
37. | bi kulli şey’in | : herşeyi |
38. | alîmun | : en iyi bilendir |
Arapça harflerin içinde Mehdi’nin nesebinin ve memleketinin isimleri tesadüfe yer bırakmayacak bir sayıda geçer.
- Ali,
- Nuri,
- Zeliha,
- Erdem,
- E.cetin (2 kez),
- Kaya,
- Nallahan,
- Badereyi,
- Y(M)ehdi,
- Yeşua (İsa),
- Musta(fa),
- Kara
AYETİ ANLAMAK İÇİN TEVRAT’TA Kİ BENZERİ İFADELERE HAKİM OLMALIYIZ
Kendisinden öncekilerin tasdikçisi olan Kur’an; tamamlayıcı, doğrulayıcı ve yanlış anlaşılmaları giderici unsurlara sahiptir. Bununla birlikte önceki kitapların bazı konularda daha detaylı tanımlar yaptığı bilinen bir husustur.
YAĞ; SEÇİLMİŞ KİŞİYİ KUTSAMAK İÇİNDİR; BİLGİYİ VE YETKİYİ TEMSİL EDER
Musa’ya “bunlardan ıtriyatçı ustalığıyla güzel kokulu kutsal bir mesh yağı yap” dedi Rab (Çıkış 30:25),
Tanrı’ya dua, tapınma, hizmet ve tanıklık yanında, Tanrı’ya her şeyin en iyisini sunma tutkusu yağ ve baharat konusunda mesleki uzmanlaşmayı da getirmiştir (Nehemiah 3:8).
Eski Ahit’te yağ ile mesh edilme bir kişinin yetkinlikle Tanrı halkına hizmete atanmasında (Çıkış 29:29); sadece Tanrı’ya hizmet için kullanılmak üzere belirli eşyaların kutsanmasında (Çıkış 30:26); kahin ve kralların (Levililer 4:3, 132:10) hizmete Kutsal Ruh ile başlamaları için yapılan adanma töreninin bir dışşal unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. böylece bir kişinin peygamber olarak atanmasında da yağ ile mesh edilme olayına tanık olmaktayız. (I.Krallar 19:15-16, Mezmur 105:15).
Tesniye 33:24 … Kardeşlerinin beğenisini kazanan o olsun.
Ayağını zeytinyağına batırsın.
LEVİLİLER 8:12 (TCL02)
Harun’u kutsal kılmak için başına yağ dökerek meshetti.
YUHANNA 4:25 (TCL02)
Kadın İsa’ya, “Mesih denilen meshedilmiş Olan’ın geleceğini biliyorum” dedi, “O gelince bize her şeyi bildirecek.”
2.SAMUEL 3:39 (TCL02)
“Meshedilmiş* bir kral olduğum halde bugün güçsüzüm. Seruya’nın oğulları benden daha zorlu. RAB kötülük edene yaptığı kötülüğe göre karşılık versin!”
ÇÖLDE SAYIM 35:25 (TCL02)
Topluluk adam öldüreni kan öcü alacak kişinin elinden korumalı ve kaçmış olduğu sığınak kente geri göndermeli. Kişi kutsal yağla meshedilmiş başkâhinin ölümüne dek orada kalmalıdır.
1.YUHANNA 2:20 (TCL02)
Sizlerse Kutsal Olan tarafından meshedildiniz; hepiniz bilgilisiniz.
LUKA 7:46 (TCL02)
Sen başıma zeytinyağı sürmedin, ama bu kadın ayaklarıma güzel kokulu yağ sürdü.
Ancak kişilerin yüreklerinde ve yaşamlarında Rab ile ilgili bir şeyler yoksa; kişilerin hayatlarında Rab ile bir paydaşlık yoksa, yağın kendisi kendiliğinden kişiye bir şey yapmaz.
Tesniye 28:40; II.Samuel 14:1-2 ayetlerinde yağ sürünememek, ceza ve cezanın getirdiği bereketsizlikle (yas tutmak, ruhsal ve fiziksel bir sıkıntı yaşamak v.s.) ilişkilendirilmektedir.
Mika 6:2
Ey dağlar ve yeryüzünün sarsılmaz temelleri,
RAB’bin suçlamasını dinleyin.
Çünkü RAB halkından davacı,
İsrail’den şikâyetçi.
….
15 Ekecek, ama biçemeyeceksiniz.
Zeytin ezecek, ama yağını sürünemeyeceksiniz.
Üzümü sıkacak, ama şarabını içemeyeceksiniz.
ZEYTİN YAĞI VE KANDİLLER PEYGAMBERLER SOYUNU TEMSİL EDER
Zeytinyağı ile aydınlatan meshedilmiş 7 elçi ve 7 yol Rabbin yeryüzünde ki misali gözleridir. Peygamberlerini meshedilmiş kandil kişiler olarak gönderir ve toplumları üzerine onları şahit tutar. Onların gözlerinin şahitliği ile hükmünü tamamlar.
2 tane zeytin ağacı suretinde görünen yani kutsal yağa kaynaklık eden 2 kişi vardır. Bunlar kandilin sağ ve solunda durup kandili beslerler. Size Ra-Hu-Man’ın Gözleri Kitabında (ilerleyen sayfalarda) bu konuyu detaylıca açıklayacağım. Şimdi kutsal yağ ve meshedilmenin elçilik ve liderlikle ilgili olduğunu iyice anlayalım.
Zekeriya 4
Beşinci Görüm: Kandillik ve Zeytin Ağaçları
1Benimle konuşan melek yine geldi ve uykudan uyandırır gibi beni uyandırdı.
2 “Ne görüyorsun?” diye sordu.
“Som altın bir kandillik görüyorum” diye yanıtladım, “Tepesinde zeytinyağı için bir tas, üzerinde yedi kandil, kandillerde yedişer oluk var.
3 Ayrıca kandilliğin yanında, biri zeytinyağı tasının sağında, öbürü solunda iki zeytin ağacı da var.”
4Benimle konuşan meleğe, “Bunların anlamı nedir, efendim?” diye sordum.
5Melek, “Bunların anlamını bilmiyor musun?” diye karşılık verdi.
“Hayır, efendim” dedim.
6 Bunun üzerine şöyle dedi: “RAB Zerubbabil’e, ‘Güçle kuvvetle değil, ancak benim Ruhum’la başaracaksın’ diyor. Böyle diyor Her Şeye Egemen RAB.
7 Sen kim oluyorsun, ey ulu dağ? Zerubbabil’in önünde bir düzlük olacaksın! O tapınağın son taşını çıkarırken, halk da, ‘Ne güzel, ne güzel!’ diye bağıracak.”
8 RAB bana yine seslendi:
9“Bu tapınağın temelini Zerubbabil’in elleri attı, tapınağı tamamlayacak olan da onun elleridir. O zaman beni size Her Şeye Egemen RAB’bin gönderdiğini anlayacaksınız.
10 “Küçük işleri yapma gününü kim küçümsüyor? İnsanlar Zerubbabil’in elinde çekülü görünce sevinecekler.
–“Bu yedi kandil RAB’bin bütün yeryüzünde dolaşan gözleridir.”–
11 Meleğe, “Kandilliğin sağındaki ve solundaki bu iki zeytin ağacı nedir?” diye sordum,
12“Altın gibi yağ akıtan iki altın oluğun yanındaki bu iki zeytin dalı nedir?”
13“Bunların anlamını bilmiyor musun?” diye karşılık verdi.
“Hayır, efendim” dedim.
14Melek, “Bunlar bütün dünyanın Rabbi’ne hizmet eden, zeytinyağıyla kutsanmış iki kişidir” diye açıkladı.
TEVRAT IŞIĞINDA KUR’AN – NUR SURESİ YORUMU
Allah, göklerin ve yerin nuru’dur. O’nun nuru, içinde lâmba bulunan kandil gibidir. Lamba cam içindedir. Cam inci gibi yıldız gibidir. Doğuda ve batıda bulunmayan mübarek bir şecerenin/ağacın yağından yakılır. Onun yağı, ona ateş değmese de kendi kendine ışık verir.
CAMIN İÇİNDE Kİ NUR HANGİ MESHEDİLMİŞTİR?
Yerlerin ve göklerin nuru olan Allah hiç cam fanus içine alınabilir mi? Onun misali Rabbin nasıl zeytin yağı ile beslenen bir kandile benzer? Bu sorular aklınızı kurcalıyor biliyorum. Ancak Allah kendisinin bir nur-bilgi ve ışık olduğunu söyledikten sonra bir camın içinde tecelli edeceğini, camın içine gireceğini söylüyor. Ayetin arapçasına bakıp o camın ne olduğunu görelim.
فِي زُجَاجَةٍ
fi: içinde
Zücacetin: Cam
اجَةٍ
Elif (E.)
Cetin (E.Cetin)
Yani; O nurun lambası, E.Cetin içindedir.
CAM SIRRI
Züc-cetin yani cam manası geleceğe dönük bir atıf ile; cam yüzey arkasında parlayan ışığı yani tv ve telefonlardaki gibi ekranlarda görünecek hidayet nurunu temsil ediyor olabilir. Daha da geleceğe gidersek; hologram görüntüsünü oluşturan cam plakanın arkasında görünecektir. E.Cetin’in cam hologram sistemleri geliştirip üreten bir şirketi vardır.
- Nedir? Nurun İçinde Parladığı Lamba?
وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ
(göklerin) Ve El ErdammiSelü Nuri hi
Zahiri manası : Yeryüzünün nurudur.
Batını Manası: El-Erdem (Bilinen kişi) Nur (Bilgi ve Işık selidir) O. (Allah’tan)
Dipnot: Erdem kelimesi içinde ki “d” harfi dal harfi ile de yazılır ama Dat harfi de aynı sesi verebilir. Erdem türkçe bir kelimedir ve Arapça’da ki en yakın seslerle harfleri seçilmeye çalışılır. Bu durumda De sesi için iki seçenek vardır. Dal ve Dat. Dat da kimi zaman ince okunabilir, Dal da.
EBCEDİ:
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ – 1989 şeddeli (Allah yerlerin ve göklerin nurudur)
Tüm ayetin ebcedi: 14114
1411-40 a işaret ediyor yine.
Ayette lamba için kullanılan kelime misbah; sabah ile yakından ilgilidir. Sabah gün bittiğinde başlayan çağdır aynı zamanda. Bir gün 1440 dakikadan oluşmaktadır. (24X60=1.440 )
Dakika bazında 1 gün geçmiştir. İlk Sabah Peygamber as. ile oldu. İnşallah 2.’sinin olması yakındır.
HANGİ SOYDANDIR? ŞECERE ADI NEDİR?
شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرقِيَّةٍ
şeceretin : şeceresi /ağacı (soy)
mübareketi : mübarek
zeytunitin: yağ (zeytin değil)
la şarkiye-tin (kaya-tin): doğuda olmayan
şeceresi mübarek seçildi (aşera) قية Kaya’tin/Kaya’dan.
KAYA NEDİR?
Zekeriya 3 8 Şimdi, büyük kâhin Yeşu, sen, ve senin önünde oturmakta olan arkadaşların, dinleyin; çünkü alâmet adamları bunlardır; çünkü, işte, kulum Filizi* meydana çıkaracağım. 9 Çünkü, işte, Yeşunun önüne koyduğum kaya, üzerinde yedi gözü olan tek kaya; işte, onun oyma işini ben yapacağım, ordular RABBİNİN sözü, ve bir günde o memleketin fesadını ortadan kaldıracağım. 10 O gün sizden her biri komşusunu asma altına, ve incir ağacı altına çağıracak, ordular RABBİNİN sözü.
Dipnot: Filizin manasını ilerleyen bölümlerde bulacaksınız.
İLK BAHSİ GEÇEN KAYA HZ İBRAHİM’Dİ
“Doğruluğun ardından giden,
RAB’be yönelen sizler, beni dinleyin:
Yontulduğunuz kayaya,
Çıkarıldığınız taş ocağına bakın.
2 Atanız İbrahim’e, sizi doğuran Sara’ya bakın.
Çağırdığımda tek kişiydi İbrahim,
Ama ben onu kutsayıp çoğalttım.”
“Ben, Horeb Dağı‘nda, bir kayanın üzerinde, senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın, halk içsin diye su fışkıracak.”Musa, İsrail ileri gelenlerinin önünde, denileni yaptı.
KAYA; RABBİN BİR İSMİ; KALPTE YERLEŞEN KUTSAL IŞIKTIR
(LAMBA İÇİNDEKİ NUR)
O Kaya’dır, işleri kusursuzdur, Bütün yolları doğrudur. O haksızlık etmeyen güvenilir Tanrı’dır. Doğru ve adildir.
- MATTA 7:24 (TCL02)
“İşte bu sözlerimi duyup uygulayan herkes, evini kaya üzerine kuran akıllı adama benzer. - MATTA 7:25 (TCL02)
Yağmur yağar, seller basar, yeller eser, eve saldırır; ama ev yıkılmaz. Çünkü kaya üzerine kurulmuştur.
hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler; o kaya Mesih’ti.
YASA’NIN TEKRARI 32:15 (TCL02)
“Yeşurun semirdi ve sahibini tepti; Doyunca yağ bağlayıp ağırlaştı, Kendisini yaratan Tanrı’ya sırt çevirdi, Kurtarıcısını, Kaya’yı küçümsedi.
Kulak ver bana, Çabuk yetiş, kurtar beni; Bir kaya ol bana sığınmam için, Güçlü bir kale ol kurtulmam için!
Yılmayın, korkmayın! Size çok önceden beri söyleyip açıklamadım mı? Tanıklarım sizsiniz. Benden başka Tanrı var mı? Hayır, başka Kaya yok; Ben bir başkasını bilmiyorum.”
Kaya; Yani Yüce Rab Allah. Yerlerin ve göklerin nurudur. O dilediği kulunun kalbinde ki tahta yerleşerek dünyayı aydınlatır. Kaya aynı zamanda tüm evrenin dönüşeceği şey; dünyanın da temelidir. Rab bu hikmetli ismi Hz İbrahim’i tanımlamış, sonra beklenenin soy ismi olarak seçmekle de yontulması gereken kişiye işaret ediyor olabilir. Her şeyin en iyisini bilen O’dur.
PEKİ E.CETİN İN MEMLEKETİ NERESİDİR?
Ba’dereyi Bala Köyü
Kara (Hisar) Köyü
Nallahan İlçesi
Ayette geçtiği yer; – O lamba inci gezegendir.
كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ (inci yıldız-gezegen)
ب دري : Badereyi
Necm arapça da galakside ki yıldızlara verilen isimdir. Ancak ayette yıldız yerine Kevkeb ismi geçmiştir ki bu daha çok gezegen manasına gelir. Gezegenlerde gökte yıldızlar gibi görünürler. Ancak bu ayrımın nedeni, nurun gezegeni, yani kökenine kaynaklık eden ağacın bittiği toprak parçası, satıh manasındadır.
Yahudi kutsal metinlerinde ve Kuran’da ki kevser suresinde anlatıldığı üzere soy anneden geldiği için anne köyünün adı soyun doğduğu yerleştiği yer olarak ifade edilmiştir.
SOYUNDAKİLERİN İSMİ (ŞECERE)
عَلَى (Al(i)a) Annenin babası – Yan yana yazılmış.(Bağdereyi Bala Köyünden)
نُورُ = Annenin Dedesi (Nur-i)(Bağdereyi Bala Köyünden) Ayette bir çok kez geçiyor
زُجَاجَةٍ الزُّ= Annanne Adı (Bağdereyi Bala Köyünden)(Zeliha Hatun- harfleri yan yana gelmiş-زليخاء -Orjinal Kuran’da harfler noktasızdır)
تَمْسَ = Mustafa (Baba Adı, harfler yer değiştirmiş şekilde; Kara H. Köyünden)
Nurun al(i)a Nurun yehdi
Dedelerinin isimlerinden hemen sonra Yehdi (hadi-hidayet verici kelimesi Mehdi’ye atıfla kullanılmış olabilir)
NALLAHAN KELİMESİ EVLERİ
Nur Suresi 35’de Nur’dan bahsedildikten hemen sonra O Nur’un bazı evlerde görüneceğini ifade eden cümle şöyledir;
1. | fî | : (içinde) vardır |
2. | buyûtin | : evler |
3. | ezinallâhu (ezine allâhu) | : Allah izin verdi |
Fi(Altın oran’da) evler (beytin çoğuğu) İziNNALLAHU
4. | en turfea | : yükseltilmesine, yüceltilmesine |
5. | ve yuzkere | : ve zikredilir |
6. | fîhesmuhu (fîhâ ismu-hu) | : orada onun ismi |
7. | yusebbihu | : tesbih eder |
8. | lehu | : onu |
9. | fîhâ | : orada, onun içinde |
10. | bi | : ile, de (dahi) |
11. | el guduvvi | : sabah |
12. | ve el âsâli | : ve akşam |
AYETTE MEHDİ VE İSANIN ART ARDA GELİŞİ
يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء
yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu
Yehdi’llahu: (Mehdi’ye)ulaştırır Allah
Nurihi: Nurunu
men yeşau: dilediği kimseyi (İsa’ya)
Yeşua; İsa’nın Tevrat’ta geçen ismidir. Kur’an tevrat ve incil’de sıkça kullanılan bu ismi bir hikmetle İsa olarak araplara aktarmıştır. Kelimelerin benzerliği ve hadis kaynaklarına göre Mehdi’nin çıkışı ve ardından kıyametin kopuş sürecine girilmesi ile gökten İsa’nın gelmesi yaygın inanış ile uygundur. Kur’an İsa’nın kıyamet için bir işaret olduğunu ifade edebilecek ayetlere sahiptir.